Giriş Tarihi : Son Güncelleme :
SUBAYLARLA AKŞAM YEMEĞİ YİYEN İLK SULTAN
Sultan 2. Abdülhamid, kılıç kuşanma töreni sonrası Sultan Selim türbesine giderek babası Sultan Abdülmecid'in ve Yavuz Sultan Selim'in, sonra da Fatih Sultan Mehmed'in türbelerini ziyaret etti.
Sultan Abdülhamid'in 14 Eylül 1876'da Hırka-i Saadet Dairesi'nde sakal duası yapıldı ve şehzadelik döneminde sakalsız olan padişah, sakal bıraktı. Duanın ardından Seraskerlik binasına giden Abdülhamid, daha önce görülmemiş bir şeyi yaparak subaylarla akşam yemeği yedi.
"MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK HER KUVVETTEN ÜSTÜN"
Tahta çıktıktan sonra daha önce rastlanmamış birtakım faaliyetlerde bulunan Abdülhamid, kısa sürede ordunun ve halkın gönlünü kazandı.
Halka yakın tavırlarını sonraki dönemde de devam ettiren Sultan Abdülhamid, bütün hükümet üyeleri ve mabeyn personelini Yıldız Sarayı'nda yemeğe davet etti. Burada yaptığı konuşmada milli birliğe duyulan ihtiyaca vurgu yapan Sultan Abdülhamid, şu ifadeleri kullanmıştı:
"Devletimizin halini düzeltmek ve istikbalini temin etmek için birlik ve beraberliğe muhtacız. Bana göre birlik ve beraberlik her kuvvetten üstündür. Birlik hükümet üyeleriyle başlayıp tabaka tabaka herkesin zihnine yerleşmelidir. İcraatlar da daima bu noktaya yönelmelidir."
CAMİLERİ DOLAŞARAK HALKLA NAMAZ KILDI
Padişahlığının ilk aylarında Sultan Abdülhamid, bahriyelileri, şeyhülislamlık makamını ziyaret edip ulema ile birlikte iftar yemeğine katıldı, Haydarpaşa Hastanesi'nde Balkan cephelerinden gelen yaralıları ziyaret ederek onlara hediyeler dağıttı, Sadrazam ve diğer nazırlarla birlikte camileri dolaşarak halkla birlikte namaz kıldı.
İstanbul'daki yabancı ülke elçilerinin itimatnamelerini kabul eden Abdülhamid, padişahlığının sonuna kadar belirli zamanlarda onları huzuruna kabul edip görüşmeler yaptı.
ABDÜLHAMİD BUNALIMLI BİR DÖNEMDE BAŞA GEÇTİ
Sultan Abdülhamid, tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir bunalım içindeydi. Tahta geçmeden önce Mithat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca 23 Aralık 1876'da, ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî'yi ilan etti.
Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasayla yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınmasına karşın egemenliğin esas kaynağı yine padişahtı.
MECLİS-İ MEBUSAN'I NEDEN FESHETTİ?
Gayri Müslimlerin de yer aldığı Meclis-i Mebusan'ın ilk işi, Rusya'ya karşı savaş ilan etmek oldu. 93 Harbi olarak tarihe geçen bu savaş, Osmanlı Devleti için tam anlamıyla bir felaket getirdi.
Ruslar İstanbul önlerine kadar geldi. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan'dan İstanbul'a göç etti. Mütareke isteyen Sultan Abdülhamid Han, ilk iş olarak devleti parçalama ve yok olma yoluna doğru götüren Meclis-i Mebusan'ı 13 Şubat 1878 tarihinde kapattı ve idareyi eline aldı.
KAYBEDİLEN TOPRAKLARIN BİR KISMINI GERİ ALDI
Ayastefanos Antlaşması ile Osmanlı Devleti Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli, Kars, Ardahan ve Batum'u kaybediyordu. Ancak İngiltere ile anlaşan Abdülhamid Han, Kıbrıs'ın idaresini onlara bırakmak şartıyla, topladığı Berlin Konferansı'nda kaybedilen toprakların bir kısmına yeniden sahip oldu.
ADALETLE YÖNETİLEN SİYASET
Abdülhamid Han büyük meseleler karşısında bunalan Osmanlı Devleti'ni bundan sonra dâhiyane bir siyaset, adalet ve fevkalade bir kudretle yönetti.
Düyun-u Umumiye idaresini kurarak iki yüz elli iki milyon tutan devlet borçlarını yüz altı milyona indirdi. Memlekette büyük bir imar faaliyeti ile eğitim ve öğretim seferberliği başlattı.
BAŞARILI BİR DİPLOMASİ YÜRÜTTÜ
Yunanlıların Girit'te isyan çıkarıp, Türkler arasında toplu katliamlar yaptırmaya başlamaları üzerine, Yunanistan'a harp ilan etti. Alman kurmaylarının altı ayda geçilemez dedikleri Termopil geçidini 24 saatte aşan Osmanlı Ordusu, Atina önüne vardı. Yunanistan'ın tamamen Osmanlı eline geçeceğini anlayan Avrupalı devletler, sulh anlaşması yapmak istediler.
Abdülhamid, dış politikada başarılı bir diplomasi yürütmüş; Batı'ya karşı dengeci, Doğu'ya karşı İslamcı politikalar izleyerek ülke içinde mutlakıyeti güçlendirmişti.
YAHUDİ LOBİSİNİN KARŞISINDA DİMDİK DURDU
Abdülhamid, emperyalist güçler tarafından paramparça edilme kavgasına, dik durma çabası gösteren bir hükümdardı.
Siyonizm düşüncesini yaymaya çalışan Yahudi lobisinin karşısında daha ilk günlerden dimdik durdu. 1890'lı yılların sonlarına doğru, Basel Siyonist Kongresi'nde alınan kararla, Avrupa'daki ayrımcılıktan rahatsız olan Yahudilere kucak açacak bir ülke aranıyordu. Emperyalizm ve Siyonizm kardeş olmuş, Filistin topraklarını sömürgeleştirme niyetine girmişlerdi.
"BİR KARIŞ TOPRAK DAHİ SATMAM!"
Sultan Abdülhamid'e Filistin'de bir Yahudi devleti kurma teklifi götürülmüş ve Ulu Hakan'ın cevabı ise şu olmuştu:
"Ben bir karış dahi toprak satamam, zira o bana değil, halkıma aittir. Onlar, bu İmparatorluğu kurup kanlarıyla mahsuldar kıldılar. Onu, bizden koparılmadan önce üzerini kanımızla bir kere daha kaplamayı biliriz."
Siyonist lider Theodor Herzl hatıratında, Abdülhamid'in "Dindaşlarımızın ölüm fermanını bu göçlerin önünü açarak imzalamam asla mümkün değildir" dediğini yazmıştı.
SARAYDA BEŞ VAKİT EZAN OKUNURDU
Kızı Ayşe Osmanoğlu, hatıratında Sultan Abdülhamid'in dindarlığına şu sözlerle değinir:
"Babam doğru ve tam dini itikada sahip bir Müslüman'dan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur'an-ı Kerim okurdu. Gençliğinde Şazeli tarikatına girmişti. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Camide namaz kıldığı günlerden birinde Hamza Zafir Efendi adında muhterem bir şeyhe tesadüf edip onunla ahbap olmuş, bu tarikata bu suretle intisap etmiştir. Keza Yahya Efendi Tekkesi'nin büyük şeyhi olan Abdullah Efendi vasıtasıyla dahi Kadiri tarikatına intisap etmiştir. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususi bahçesinde beş vakit Ezan-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve Fen" derdi, "bu ikisine de itikat etmek caiz."
"BABAMIZ BİZİ BIRAKIP NEREYE GİDİYORSUN?"
1918 yılı 10 Şubat'ında alışkanlığı üzere soğuk suyla aldığı duş sonrası rahatsızlanmasının ardından, kan toplanması sonucu ödemleşme ile kalp ve böbrek yetmezliği teşhisi konulan Abdülhamid, dokuz kez vücudundan kan alınmasına ve tüm çabalara karşın hayata gözlerini yummuştu.
Çok kıymet verdiği biricik eşi Müşfika Kadınefendi'nin koluna yaslanmış; çevresindekiler baygınlık geçirdiğini sanmışlardı.
VASİYETİ ÜZERİNE TABUTU KÂBE ÖRTÜSÜ İLE ÖRTÜLDÜ
Vasiyeti üzere, göğsüne ahidname duası, yüzüne Hırka-i Saadet bezi ve siyah Kâbe örtüsü konuldu. Hırka-i Saadet Dairesi'nden çıkarılan tabut, kapı önünde yüksek bir yere konulduktan sonra, Hamidiye Camii'nin kürsü şeyhi, etrafına bakınarak orada hazır bulunanlara "Merhumu nasıl bilirsiniz?" sorusunu yönelterek helallik aldı.
NAAŞI İLE İMPARATORLUĞUN DA TOPRAĞA GÖMÜLDÜĞÜ GÜN
Cenaze merasimi sırasında ahali, "Babamız! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" diye feryat etmişlerdi.
Ahmet Refik, o anları şöyle anlatır: "Cenaze Bâb-ı Hümayun'dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesi'ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınlar ve çoluk çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut acıklı ve tesirli dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler müteessir oluyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla dolu idi. Bir hanım hıçkırıklarını zapt edemiyor, mendili gözlerinde, başını duvara dayamış ağlıyordu. Otuz üç sene hilâfet makamında bulunan Osmanlı padişahının son merasimi, hürmetle yerine getiriliyordu. "Allah! Allah!" sesleriyle tabut, türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid, hürmet ve tazim ile kabre indirildi."
Fikriyat.com