Katip Çelebi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tahsin Koçyiğit yaptığı nifak hadisesine ilişkin Yeni Asır Gazetesi'ne önemli değerlendirmelerde bulundu. Prof. Dr. Koçyiğit açıklamalarında şu ifadelere yer verdi: "Görünüşte iman etmiş, fakat kalben inanmayan; toplum içinde yer alan ama kalbi düşmanla birlikte atan bu toplumsal kitle, münafıklar olarak isimlendirilmiştir. Onların sergilediği ikiyüzlü tutumlar, İslam toplumunun manevi dokusuna zarar vermeyi amaçlayan, hesaplı, gösterişe yönelik, sinsice planlanmış adımlarla doluydu. Medine'nin sosyolojik yapısını tam olarak anlamadan nifak olgusunu kavramak güçtür. Hz. Peygamber (sav) hicret ettiğinde Medine, Arap ve Yahudi toplulukların bir arada yaşadığı çok dinli ve çok katmanlı bir şehir yapısına sahipti. Arap kabileleri Evs ve Hazrec olarak ikiye ayrılıyor, Yahudiler ise üç büyük kabileden oluşuyordu: Benî Kaynuka, Benî Kureyza ve Benî Nadir. Bu yapı içinde, özellikle Evs ve Hazrec arasında süregelen tarihsel çekişmeler, nifak hareketinin zeminini hazırlayan unsurlardan biri oldu.
PSİKOLOJİK ÖRÜNTÜLER
Münafıkların başını çeken kişi, Abdullah b. Übey b. Selûl idi. O, Hz. Peygamber'in (sav) hicretiyle hayalleri yıkılan, Medine'de liderlik iddiası taşıyan bir figürdü. Güç ve iktidarı elinden kaçırınca bu kez mümin görünerek içten bir direniş hattı kurmayı tercih etti. Böylece nifakın siyasi, sosyal ve psikolojik zeminleri örülmeye başladı. Kur'ân, münafıkların karakteristik özelliklerini açıkça tasvir eder: Yalancı, dönek, sözünde durmayan ve güvenilmez. Hz. Peygamber'in (sav) yaşadığı dönemde bu vasıfların tezahürlerini görmek mümkündür. Bedir'den Tebük'e kadar pek çok savaşta bu gruplar ya doğrudan cepheden çekildiler ya da içeride fitne yaymaya çalıştılar. Örneğin Uhud Savaşı, münafıkların gerçek yüzünü ifşa eden dönüm noktalarından biriydi. Abdullah b. Übey, ordunun üçte birini savaş öncesinde geri çekerek büyük bir moral bozukluğuna yol açtı. Savaşa katılan bazı münafıklar ise sırf kabile namusunu kurtarmak adına mücadele ettiler, iman adına değil. Hatta savaşın ardından Müslümanların kayıplarını fırsat bilip "Bizim sözümüz dinlenseydi bunlar yaşanmazdı" propagandasıyla toplumu bölmeye kalkıştılar. Mustalikoğulları Gazvesi sırasında meydana gelen Ensâr-Muhâcir kavgası da münafıkların oyun alanına dönüştü. Basit bir su tartışmasını iç savaşa dönüştürmeye çalışanlar yine bu ikiyüzlü gruptu. "Medine'ye dönersek güçlü olan zayıf olanı mutlaka kovacaktır" diyen Abdullah b. Übey'in sözleri, nifakın ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini gözler önüne serdi. Hz. Âişe'ye atılan İfk iftirası da münafıkların oyunlarının ne denli aşağılık ve yıkıcı olabileceğinin bir başka örneğidir. Temiz bir kadının iffeti üzerinden yürütülen bu kampanya, sadece ailevi bir sıkıntı değil, aynı zamanda toplumun iki ana damarı olan Evs ve Hazrec arasında yeni bir kabile kavgası doğuracak kadar etkili olmuştu. Nifak, iman toplumunu içeriden yıkmanın en etkili silahı haline gelmişti. Hendek Gazvesi'nde ise münafıkların tutumu büsbütün açığa çıktı. Cephede mücadele eden müminlerin aksine onlar, hendek kazımında gevşeklik gösterdiler, savaştan kaçmak için türlü mazeretler ürettiler, moral bozucu sözler sarfettiler. O kadar ki bir kısmı açıkça "Muhammed Kisra ve Kayser'in hazinelerini vaad ediyor, ama biz tuvalete bile gidemiyoruz" diyecek kadar ileri gittiler. Kur'ân, bu sözleri kayda geçirerek nifakın kronikleşmiş hastalığını tarihe not düştü. En tehlikeli girişimlerinden biri ise Tebük Seferi'nde gerçekleşti. Bu sefere katılmayıp Medine'de kalarak müminleri vazgeçirmeye çalışan münafıklar, savaş zamanında inşa ettikleri sözde mescit (Dırar Mescidi) ile İslam'ın merkezine alternatif bir yapı kurmayı hedeflediler. Mescid görünümünde ama nifak maksadıyla inşa edilen bu mekân, Kur'ân'ın "orada asla namaza durma" emriyle ifşa edildi ve yıkıldı.
FİTNEYE YOL AÇMADI
Hz. Peygamber'in (sav) münafıklara karşı takip ettiği strateji, olağanüstü bir diplomasi örneğidir. Onları açıkça teşhis edip isimlerini ifşa etmedi, çünkü toplumda bir fitneye yol açmak istemedi. Özellikle Ensâr ve Hazrec gibi Medine'nin asli unsurları arasında yeni bir kargaşaya neden olmaktan kaçındı. Abdullah b. Übey gibi liderler, hak ettikleri cezaları görmemiş gibi görünse de da aslında en büyük cezaları, zamanla toplum içindeki itibarlarını ve etkilerini kaybetmiş olmalarıydı. Peygamberimiz (sav) çokça bilinen bir hadisinde; "Münafığın alâmeti üçtür buyurur: Konuştuğunda yalan söyler, kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder, söz verdiği zaman sözünde durmaz." Bu hadis, salt "öteki/ler"e yönelik bir tanımlama, yaftalama ya da sınıflandırma olarak anlaşılmamalıdır. Aksine bu hadis kişinin kendi ahlaki tutarlılığı, dürüstlüğü ve güvenilirliği üzerinde sürekli bir sorgulama yapması gerektiğine işaret eden ahlakî bir pusula olarak içselleştirilmelidir. Zira İslam ahlâkında esas olan, bireyin başkalarının eksikliklerini teşhir etmesinden ziyade, kendi nefsini ıslah etmesi ve kendisiyle yüzleşmesidir. Nitekim Hz. Peygamber, bir kişinin zahirde Müslüman olduğunu söylediği sürece onun kalbini yarıp bakmadı. Bu tavır, modern hukuk sistemlerinde "masumiyet karinesi" olarak tanımlanan ilkeye benzer şekilde, suçu ispatlanmadıkça kişiyi suçlu kabul etmeme anlayışını yansıtır. Bu yönüyle Allah'ın Elçisi (sav) adaleti ve stratejisi, sadece dini değil aynı zamanda sosyolojik, siyasal ve eğitsel bir öngörünün ürünüdür.
TASAVVUR ETMEK
Bugün de tarih bize bir şey fısıldıyor: Nifak sadece inançsal bir bozulma/kokuşma değil, toplumsal çözülmenin ön habercisidir. Gücün ve menfaatin olduğu her yerde münafıklar türeyebilir; toplum içinde, liderin çevresinde, hatta ibadet mahallerinde. Gerçek sadakati ayırt etmek ise ancak davranışlarda istikrar, sözde dürüstlük ve eylemde şeffaflıkla mümkün olacaktır. Bu bağlamda Hz. Peygamber'in (sav) sabrı, feraseti, basireti ve stratejik aklı, salt sıradan bir tarihsel figür olarak değil, aynı zamanda bugünün insanı içinde de liderlik, kamu yönetimi ve toplumsal barış arayışında örnek alınması gereken evrensel bir modeldir. Onun, münafıkların oyunlarına karşı verdiği cevabî suskunluklar, zaman zaman insanı hayrete düşürse de aslında bu suskunlukların her biri bir stratejinin ve daha büyüğünü düşünmenin neticesidir. Hz. Peygamber (sav) düşmanını dahi dönüştürmeyi hedefleyen bir rahmet önderiydi. Nifak hareketine karşı verdiği mücadelede asıl düşmanı insanlar değil, onların içindeki ikiyüzlülük hastalığıydı. Bu yüzden ne isimleri ifşa etti ne de cezalandırmayı öncelik haline getirdi. Amacı şahısları değil, nifak anlayışını tasfiye etmekti. Müslüman bir toplumun iç barışını tehdit eden her türden nifak, ne yazık ki bugün de varlığını sürdürüyor. Maskeler, isimler, söylemler değişiyor ama oyun hep aynı kalıyor. İşte bu yüzden Allah'ın Elçisi (sav) Medine'deki münafıklara karşı gösterdiği basiret ve sabır, çağlar üstü bir rehberlik olarak her daim hatırlanmayı hak ediyor.

