Ekrem Durul yazdı...
Monica Seles, 2 Aralık 1973'te eski Yugoslavya'nın Novi Sad kentinde dünyaya geldi. Sporcu bir aileden gelmiyordu ama babası Karolj'un hayal gücü ve tutkusu, onun kaderini belirledi. Karolj, küçük kızına raketi yalnızca bir spor aracı olarak değil, bir oyun, bir eğlence olarak sundu. Hatta iddialara göre antrenmanlarını daha keyifli hale getirmek için çizgi film karakterlerini sahneleyen çizimler yapıyor, antrenmanları masalsı bir oyuna dönüştürüyordu. Henüz çocuk yaşta çift elli forehand'iyle kortlarda dikkat çekmeye başlamıştı. Alışılmışın dışında, sıra dışı bir tarzı vardı. Oyunundaki farklılık, ileride onu efsane yapacak ilk işaretti.
AMERİKA YOLCUSU
1986'da ailesiyle birlikte Amerika'ya taşındığında henüz 13 yaşındaydı. Florida'daki Nick Bollettieri Tenis Akademisi, daha önce Andre Agassi ve Jim Courier gibi yıldızları yetiştirmişti. Monica'nın yeteneği burada iyice parladı. Çekingen, sessiz, içine kapanık bir kız çocuğuydu ama raketi eline aldığında bambaşka birine dönüşüyordu: korkusuz, saldırgan, bitmek bilmeyen bir enerji kaynağı. Profesyonel sahneye 1989'da çıktığında daha ilk turnuvalarında final görerek adından söz ettirdi. Ardından gelen 1990 Fransa Açık zaferi, onu bir anda dünyanın gözü önüne taşıdı. Henüz 16 yaşında, kırmızı toprakta tarih yazmıştı.

ZİRVE YÜRÜYÜŞÜ
1990-1993 arası dönem, kadın tenisinde adeta bir devrim niteliğindeydi. Steffi Graf'ın hüküm sürdüğü kortlarda artık yeni bir kraliçe vardı. Seles, sert vuruşları, çift elle kullandığı forehand'i ve o bitmeyen enerjisiyle rakiplerini ezip geçiyordu. 1991'in başından 1993 Şubat ayına kadar Seles, katıldığı 34 turnuvanın 33'ünde final oynayıp, 22 şampiyonluk elde etti ve Dünya 1 numarasındaki yerini sağlamlaştırdı. Henüz 20 yaşını doldurmadan, toplamda 8 Slam şampiyonluğu ve Dünya 1 numarası unvanı geldi.. 2 yıldır zirveyi yaşıyordu Monica. Üç yıl içinde sekiz Grand Slam kupası kazandı: ● Avustralya Açık (1991, 1992, 1993)
● Fransa Açık (1990, 1991, 1992)
● ABD Açık (1991, 1992)
Henüz 19 yaşındaydı ve dünya 1 numarasına yerleşmişti. Tenis yorumcuları onun geleceğinden çok emindi. Hedef en az 20 Grand Slam'di, hatta kimileri rekorların Monica tarafından paramparça edileceğini söylüyordu.

ZAMAN DURDU...
30 Nisan 1993, tenis tarihinin en kara günlerinden biri oldu. Hamburg'daki turnuvada, maç arasında mola veren Monica, kort kenarında havlusuna uzanıyordu. Tribünlerden fırlayan bir adam, sırtına bıçak sapladı. Saldırının nedeni ürkütücüydü: Monica'nın yokluğunda Steffi Graf'ın yeniden zirveye çıkmasını istemesi. Seles kanlar içinde yere yığıldığında, tenis dünyası bir kabus gördü. Neyse ki hayatta kaldı, ama hem fiziksel hem de ruhsal yaraları derindi. Daha da sarsıcı olan, saldırganın neredeyse cezasız kalmasıydı. Bu, yalnızca Monica'nın değil, tüm spor dünyasının adalet duygusunu yaraladı. Yaşanılan saldırı sonrası, WTA , Seles'in dünya 1 numarası sıralamasının dondurulmasını önerisini sundu ancak Roma'da üst düzey WTA oyuncuları arasında yapılan oylamada, çekimser kalan Sabatini dışında herkes bu teklifi reddetti. Spor yazarı Peter Bodo, bu durumu şu sözlerle tanımlıyor: "Monica Seles iki kere sırtından bıçaklandı: önce Parche, sonra da tenis tarafından."
GERİ DÖNÜŞ
İki yıl kortlardan uzak kaldı. 1995'te geri döndüğünde Dünya onu özlemişti. Tribünler ayakta alkışladı. ABD Açık finali oynadı, 1996'da Avustralya Açık'ı kazanarak küllerinden doğdu. Ama o eski Monica yoktu. İçindeki korkusuz savaşçı, Hamburg'da kalmıştı. Travmanın izleri kolay silinmedi. Büyük kupalar yine geldi ama oyunundaki o keskinlik, o acımasız bitiricilik bir daha tam olarak geri dönmedi. Belki 20 Grand Slam hedefi artık hayaldi, ama Monica'nın varlığı bile bir mucizeydi
KİTABINI YAZDI
2008'de resmen emekli olduğunu açıkladığında geriye unutulmaz bir kariyer ve "yarım kalmış bir efsane" kaldı. 2009'da yayımladığı otobiyografisi "Getting a Grip", onun yaşadığı travmayı, depresyonla mücadelesini ve yeniden hayata tutunma çabasını samimiyetle anlattı. Seles, kortlardaki şampiyonluğun ötesinde, güçlü bir karakterin, hayatta kalmanın ve yeniden ayağa kalkmanın sembolü oldu. Bugün hala onun adı anıldığında akla yalnızca kupalar değil, "Neler olabilirdi?" sorusu da geliyor. Martina Navratilova'ya göre, o olay olmasaydı Monica Seles'i en fazla Slam kazanan tenisçi olarak Margaret Court ve Steffi Graf'ın önünde görebilirdik. Monica Seles'in hikayesi, bir sporcu biyografisinin ötesinde, insan ruhunun kırılganlığına dair bir ders gibidir. O, dünyanın zirvesindeyken bir anda yere düşürüldü. Ama yeniden ayağa kalkmayı bildi. Eksik kalmış bir efsane olsa da, kortlarda bıraktığı iz hala çok güçlü. Çünkü Monica Seles yalnızca kazandığı kupalarla değil, yaşadığı acılara rağmen sergilediği cesaretle de tarihe geçti. Onun hikayesi bize şunu hatırlatıyor: "Bazen en büyük zafer, kortta değil, hayatın içinde kazanılır."

