"Gerçek şu ki, Allah katında yaratıkların en bayağısı aklını kullanmayanlardır. Bilin ki, Allah insanla kalbinin arasına müdahale etmektedir"
İnsan hayatını birlikte sürdürdüğü toplumsal çevreye ya da başka insanlara, diğer yaratılmışlara ve Rab'bine ve kendi nefsine karşı sorumluluklar taşır. Bu sorumlulukları, kendisine verilen haklarından doğar. Kendi haklarını kullanma özgürlüğü irade olarak, yaratıcısı da dahil diğer varlılara karşı sorumlulukları vardır. Diğer varlıkların sorumlulukları, Allah'ın hakları, kul hakkı, mahlukatın hakkı ve kendi nefsinin hakkı olarak ifade edilebilir.
Kendisine karşı sorumluluklarının başında, salim bir akıl sahibi olması ve arzuları heva ve hevesini peşinde hayatını ruh sağlığını korumasıdır. "Gerçek şu ki, Allah katında yaratıkların en bayağısı aklını kullanmayan sağırlar ve dilsizlerdir." (Enfal, 22). "Bilin ki, Allah insanla kalbinin [meyilleri] arasına müdahale etmektedir." (Enfal 24). İnsanın iç dünyasında ya da arzu ve eğilimleri arasında sürekli bir çatışma vardır ve iman sahibi bir kimsede bu arzu ve eğilimlerinin onu yapmaya sevk ettiği bazı şeylerden Allah'ın alıkoyabileceği söylenebilir. Ancak Allah'a imana yer veren bir bilinç ve duyarlığın insanı iç çatışmasından alıkoyabileceği ve onu "hayat veren çağrıya," "eğriyi doğruyu" ayırt edecek bir idrake ulaştıracağı ve buna göre davranma iradesi gösterebileceği dile getiriliyor.
ŞEFKAT GÖSTERMEK
"Siz ey imana erişenler! Eğer Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde olursanız O size, hakkı batıldan ayırmaya yarayan bir ölçü bahşedecek ve kötü işlerinizi silip örtecek, sizi bağışlayacaktır: "Çünkü Allah, bağış ve cömertliğinde sınır olmayandır" (Enfal, 29). Allah'a karşı sorumluluk en geniş anlamda, ona karşı kulluk ve ibadetler yanında, yaratılmışlara karşı şefkat ve merhametle davranmak, hakkı ve adaleti gözetmek, muhtaçlara iyilik ve ihsanda bulunmak gibi birçok ödevi kapsar.
Başkalarının hakkına müdahale etmeksizin kendi halklarını korumak ve başkalarının aynı haklarına riayet etmek hem dini hem de ahlaki sorumluluklardır. Psikoloji araştırmaları göstermektedir ki, beşeriyet içinde belki de zaman ferdi mizaç farklılıkları mevcuttur. Ferdi farklılıklar inkar edilemez. Kuran bunu şöyle açıklar: "Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın" (Bakara 148) Fakat yine de ortak ve asgari düzeyde paylaşılan değerlerin varlığı ve bu değerleri gerçekleştirme yeteneğinin insanda mevcut olduğunu tasdik etmesi bakımından İslam'ın üstünlüğünü teslim etmek gerekir.
Mesela, Hıristiyan ve Budist anlayışa göre kötülük aslidir ve kaçınılmazdır. Buna karşılık dünyanın ve insanın mahkum olduğu kötülük, ıstırap ve bela insanın mukadderatıdır. İnsanın kendi yetenekleri ve çabasıyla bir kurtuluş reçetesi bulması, bu asli kötülüğü tebdil edebilmesi mümkün değildir. Kur'ani insan anlayışında ise, insan kötü olmadığı gibi, dünya da bir kötülük yurdu değildir. Karşılaşılan fiili kötülükler ise, insanın ahlaki tabiatı, akli ve manevi yetenekleri sayesinde üstesinden gelebileceği tehditlerden ibarettir. Her ne kadar kötülüğün varlığı, fiili olarak değerleri tahakkuk ettirememe ya da varlıkların haklarının ihlal edildiği durumlarda insanın ahlaki gelişiminin ön şartı olarak gerekli görülse de, mutlak bir olgu değildir.
Dolayısıyla, insanın sorumlu olduğu ahlaki eylemler sonuçlarına göre ikiye ayırır: Allah'ın haklarına karşı işlenen kusurlar (inkar, ibadette ihmal gibi sadece karşılığını Allah'ın vereceği eylemler) ve kul haklarını ihlal eden kusurlar. En önemlisi de, kişinin başka bir insana karşı işlediği hak ihlallerini Allah kendi affı ve mağfireti dışında bırakılmasıdır. Kul haklarına dair ihlalleri ancak haksızlığa uğrayan kimse affedebilir. Eğer bir kimse, başka bir şahsa veya diğer yaratıklara zarar verirse, aslında çift yönlü bir suç işlemiş demektir: Evvela, doğrudan mağdura karşı bir suç, ayrıca, Allah'a karşı bir günah işlenmiş olur. İnsanı diğer yaratılanlar arasında imtiyazlı kılan beşeri vasıflara bütün fertlerin fıtrat olarak sahip olunduğunu İslam kabul eder. Hiç kimse başkalarına karşı, bu insani vasıfları taşımadığı veya daha önce mevcut sahip iken kişinin kendisinin, atalarının veya hemcinslerinin işlediği bir suçtan dolayı insanı vasıflarını kaybettiği bir gerekçe ile ayrımcılık yapamaz. Bu eşitlikçi anlayış, keza belirli bir kültür ya da medeniyet mensuplarına hasredilemez. Hiç kimse, başka bir inanca, kültüre, çağa mensubiyetine veya ait olduğu topluluğun tarih içindeki arızi konumuna göre, bu eşitlikçi ahlaki ilkeden yararlanmaktan mahrum bırakılamaz. Kuran ifadeleri ile:
"İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi..." (Bakara 213).
Prof.Dr. OSMAN BİLEN Zafer yolunda yaya kalmak ya da kavuşmak "Bilginin, inancın sonu, buluşmak, kavuşmak yolunun kilidini elde etmektir. O kilitle, bu yolda olan her zorluğun açılması gerek." Seyyid Burhanedin.
Döndüğü zaman kazandığı bir savaşın hesabını Senato'ya verirken, "Geldim, gördüm, yendim" diyerek zaferini kutlayan ölümlü Julius Caesar, bu sözleriyle iki bin yıldan Batılı savaş kültürünün ölümsüz kahramanlık timsali olmuştur. "Askeri okuldan" müzik eserlerine kadar çok şeye isim yapılarak sözlere de ölümsüzlük kazandırmak isteği ile yorumları da daima güncel tutulur. İşte "geldim, gördüm, yendim" yorumu: "Elde edilemeyeni elde et. Hayal kurma cesareti göster, fethet ve kutla. Hayatı dolu dolu yaşa." İşte bir savaş odaklı bir zafer anlayışı. Cesareti ile kazanamadığında, söz savaşı ile karşısındakini aşağılamayı zafere olarak gösterme kurnazlığına övgü ile hayatı doldurmak. Silahla, kuvvetle, bedenle, sözle savaşı kazanırsınız. Zaferin neye, kime karşı olduğu hiç önemli değildir sizin için. Hayatını mazlumun ahı, düşmanın kanı, kendi uydurduğu söyleyip yalanı ile dolu dolu yaşamak böyle bir zaferin de kutlaması olsa gerek.
Mağlup veya muzaffer karşısındaki her kimse, onların insanlığını da unutmayan bir emsal var. Görülen her ne varsa Allah'ın ayeti sayan, gidilen her yerin sonunda kara toprak olduğunu bilip asıl hesabı Allah'a vermeyi göze alan bir örnek şahıs var. Asıl zor zaferin kendi nefsine karşı kazanıldığına inan bir rehber insan. İşte bir başka zafer anlayışına asırlarca örnek olmuş bir şahsiyet olarak Hz. Muhammed. Gördüğü, öğrendiği ve kendisine bildirilen hakikati insanlıkla paylaşmak, hayatı anlamlı ve yaşanılır kılma başarısının en güzel örneğini gösterdi o Peygamber. Onun hakikatle buluşma yolculuğunu şöyle özetleyebiliriz.
Hz. Muhammed'in kalbi ve ruhu Kur'an vahyini almak için kısa manevi ve bedeni yolculuklarla hazırlandı. Bu yolculukların sonucu, insanlığın ve dünyanın geleceğini belirleyen bir değişim hamlesinin de başlangıcı olacaktı. Bazen bedeni ile yaya bazen manevi olarak çıkılan bu yolculuklar aslında vahyin ilk müjdecileridir.
KALP HAZIRLIĞI
Mekke'den Hira ya da Cebeli Nur Dağı'ndaki mağaraya doğru iki yönlü bir yolculukla inecek vahye yükselecek bir kalp hazırlığı başlar. Kuran tenzili, manevi bir terfiin tamamlanması ile başlar. Vahiy beklenen bir sonuç değildi. Gidilecek yer, Hira da bir durak değil, uğrak yeri idi. Asıl durağa Burak ile gidilecekti, yani Miraca çıkış da beklenmeyen bir sonuçtu. Birinci yolculuk yaya başladı, ikinci yolculuğun son durağı yaya kıyaslandı. Durakta yayın iki ucunda bir kavuşma mesafesi kaldı. Kavuşamazdı, zira yay ortasından kırılacaktı; yaya yolculuğun sonunda da, ilk vahyin yükü Allah Elçisi'nin nerdeyse belini kıracaktı.
Bu iki yolculuğa da refakat eden rüyalar vardır. Hafif ve muğlak rüyalar, daha sonraki vahyin ağır sorumluluk yüküne ve apaçık ayetlere hazırlamak için öncü ruh ürpertileriydi. Toplumun gidişatından duyulan endişeler, aklı fikri karamsarlık gölgesinden çıkarak hakikatin aydınlığına kavuşma ümidini kırıyordu.
Halk içinde hüküm süren kuralsızlıklar ve tahammül edilemez eylemlerin insan vicdanında uyandırdığı huzursuzluğa, insanlık haysiyetini hiç sayan akıl almaz ihlaller ve adaletsizlikler karşı bir hakikat arayışı vardı. İnsafı ve vicdanı halk içinde onu yalnız bırakıyor; toplum içindeki adıyla Muhammedü'l-Emin kendisinden değil insanlığın akıbetinden emin olamıyordu.
Gönlündeki, fikrindeki arayışların sesini dinlemek için adı zaten "arayış" olan bir yere, Hira'ya yolculukta kalp sükuneti aramaya koyulur. Halk içinde Hak ile olamayışın, halk arasındaki haksızlıklarından çıkış yolunu, yücelere çıkışta, Nur dağında arar. Ümitsizlik limanına demir atmaya gönlü razı olmayan Hak ve hakikat aşığı, üzerine çöken iç karartıcı baskıyı, yükseklerdeki Hıra'nın nurunda aydınlatmaya talep yoluna çıkar.
'OKU' DEDİ
Nur dağının yüceliğinin uyandırdığı acziyet, dağın içine çöktüğü yere, mağaraya yol gösterdi. Halkın dünyayı dar eden zulmün baskısıyla inleyen insanlık vicdanının sesini, dinlemek Hira'ya sığındı adeta. Bir arayışa çıkmıştı bu dağda: Aradığı neydi, arayan kimdi, aranan kimdi. Emin olduğu tek hakikat şuydu: Kendi derdi değildi onu bu çile yolculuğuna talip kılan. Abdullah oğlu Muhammed (as), kalbinde yanan ateşin düşünceye vuran aydınlığını içinde, gönlünde zihninde, insanlığın buhranlarına çare olacak hakikate bir yol aradı. Kuran'da bir sureye adını veren Fil olayından yaklaşık 40 yıl sonra bir Ramazan gecesinde indirilen "oku" ile başlayan ilk beş ayetle, mağaradan tekrar aşağıya, insanı hakikate çağırmak için iniş yolculuğu başlar. İnsanların arasına yaratılmış ve bildirilmiş ayetleri okumak bir tenezzül değil, bir çıkış bir yükseliştir. Dağa yaya çıkan insanlığın çilesini üstlenen kişi, Peygamber olarak da başka bir yolculuğu çıkarılacaktır: Miraç yolculuğuna, yani huzuru ilahiye en yakın durağa, ancak Burak ile gidilebilir. Gönül Allah aşkı ile kanatlanmış olar. Bu yolun sonu ise yayın yaya kavuşmasına benzetilmiştir. Allah'ın kudret eli ile yarattığı nur, Resul Muhammed olarak kendisine Allah'ın kelamı bildirilmek üzere çıkarıldığı bu mana yolculuğunun kavuşma anı iki ucu temas etmek üzere olan yayla anlatılır.
Döndüğünde huzurdan Allah Resulü, insanlara Allah'ın kelamını bildirmek için halka karışmak tenezzülü gösterdi ve manevi bir zafer kazandı. Şunu öğrendi, haktan gelip halkla birleşme cesaret ister, insanca cesaret gerektirir. "Kalk ey örtülü olan" hitabı ile Allah'tan cesaret gelecekti Peygamber'e. Bu seferden yalnız dönen Hz. Muhammed, alemlerin Rabbi olan Allah'a sığınarak, O'nun adını, O'nun adına insanlara okumak için insanlara karışacaktır. İlk açıklamaya, gönlü hakikate açık biri gerekti. Onu anlayacak, cesaret verecek, yükünü hafifletecek "idraki açık" birinin onunla yol arkadaşlığına hazır olması gerekti ki, bu vasıflara ve daha fazlasına sahip olan tek kişi yanı başındaydı.
UNUTAMIYORUZ
Hz. Hatice, Hira'dan dönen yolcunun ıstırabında parıldayan nuru gördü; Allah ve onun Elçisini ilk tasdik eden kadın oldu. Allah'ın Resulüne şahadet edecek, ona kefil olacak kimse ancak Hz. Hatice olabilirdi; inananlar annesi olma şerefini taşımaya layık olan müstesna insan. Neydi Hz. Hatice'yi hususi kılan insanlık için hak yolunda çetin mücadeleye giren Allah Resulü'ne şunları söyleten asaletten başka: "Herkes beni ret ve inkar ettiği zaman, Hatice bana inandı ve tasdik etti. Etrafımdakiler bana, yalancısın, dediği zaman; Hatice bana, doğru söylüyorsun, asla çekinme, dedi. İnsanlar benden bir pulu esirgediği zaman, Hatice, bütün servetini önüme sürerek bunların hepsi emrindedir, istediğin kadar harcayabilirsin, dedi. Dünyada yalnız kaldığım günlerde, Hatice, benden asla geri kalmadı; bunların hepsi geçicidir, üzülme, ileride bu güçlükleri kolaylıklar takip edecektir, dedi. İşte ben, Hatice'yi, bu fedakarlıkları için unutmuyorum!" Biz de gönülleri fethederek zafer kazananları unutamıyoruz.
Bir Ayet
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında, Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan, henüz şehit olmamış, kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler." (Al-i İmran, 170).
Bir Hadis
Enes bin Malik'ten (r.a.) rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurlar:
"Şehitten başka cennete giren hiçbir kimse yoktur ki, dünyaya dönmeyi ve yeryüzündeki her şeyin kendisinin olmasını dilesin. Şehit ise gördüğü ikramdan dolayı dönmeyi ve on kere öldürülmeyi temenni eder." (Müslim, 1877).
Bir Kıssa Bir Hisse Zahmet buyurdunuz Ya Resulullah!
Bir Osmanlı zabiti şiddetli bir savaş esnasında vurulmuş, ağır yaralanmış, kanlar içinde yere serilmiştir. Yanında birkaç askeri vardır, yaralarından kanlar akmaktaydı ve yattığı yerde güçlükle nefes almaya çalışırken, son anlarını yaşadığı anlaşılmaktaydı. Birden gücünü toparlayarak:
"Beni ayağa kaldırınız" dedi.
Askerler şehitlikle şereflenmiş olduğunu anladıkları sevgili kumandanlarının bu son arzusunu yerine getirirler ve mecalsiz vücuduna destek olarak kollarına girip onu ayağa kaldırırlar.
Mübarek şehit, kısık bir sesle Kelime-i Şehadet getirir ve son nefesini verirken şöyle der:
"Zahmet buyurdunuz Ya Resulullah!"
(Zafer haftası münasebetiyle, bütün şehitlerimizin ve gazilerimizin, ruhu şad olsun.)
