Müziğe saksofon öğrenimi ile başlayan Murat Direk, İzmir'de 5 yıllık bir eğitim daha alarak tenor oldu. Şimdi 3 işi birden yapıyor. Üçünde de başarılı...
Doğma büyüme İstanbullu olmasına rağmen 'İzmirliyim' diyen bir tenor Murat Direk... İzmir Devlet Operası ile Özgen Akçagül & Blue Note Orkestrası'nın solistlerinden. Blue Note'ta ayrıca müziğe ilk adımı atmasını sağlayan enstrümanı çalıyor, saksofoncu. Murat Direk'le (30) bir koltuğa sığdırdığı 3 karpuzu, genelde sanatı ve Avustralya seyahatlerini konuştuk.
* Ne zamandır müzikle iç içesiniz?
- Kendimi bildim bileli... Ama profesyonellik 1999 yılında başladı. Aslen İstanbulluyum... 1999-2001 yılları arasında Akademi İstanbul'da caz eğitimi aldım, özellikle saksofon üzerine... 2001-2002 yılları arasında da Bursa Uludağ Üniversitesi Müzik Eğitim Fakültesi Müzik Öğretmenliği Bölümü'nde okudum.
O aşamalarda sesimin gidebildiği en uç noktaları fark ettim. Yönlendirmelerle şan çalışmalarına başladım. Hoşuma gitti. Tenor oldum. Tabii o zamanlar bünyemden öyle bir ses çıkması beni çok şaşırtmıştı. Biraz doğaya aykırı görmüştüm bunu... Çünkü ben dahil kimse bu cüsseden böyle bir ses çıkacağını ummazdı!.. (gülüyor) Zaten beni operaya çeken en önemli ayrıntı da, doğa kanunlarına aykırı bu durum oldu.
2002-2007 yılları arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Sahne Sanatları Opera Bölümü'nü bitirdim. Askerden döndükten sonra da İzmir Devlet Operası'nda sözleşmeli sanatçı olarak çalışmaya başladım. 3 yıldan bu yana birçok gösteride yer aldım. İnanın sayısını hatırlamıyorum. Ama ilk solo eserim Aşk-ı Memnu'ydu... En son yer aldığım eser ise ünlü Turandot Operası oldu...
TAM GÜN EZBER
* İşinizde ezberin yeri geniş olsa gerek. Ne yapıyorsunuz, gece gündüz çalışmak mı gerekiyor?
- Evet. (gülüyor) Biz çalışmalarımızı ikiye ayırıyoruz. Biri bireysel, diğeri kurumsal. Bireysel olarak kendi sesimizle ilgili egzersizler yapıyoruz, ezber ya da vokal üzerinde duruyoruz. Her gün sabah uyanışımdan gece uyuyana kadar operayla iç içeyim. Hatta bazen uykuda bile opera çalışmaya devam ediyorum (!) Ezberler beynimde adeta kendi kendine tekrarlanıyor. (gülüyor)
Örneğin en son yer aldığım Turandot Operası için sabahtan akşama kadar çalıştık... Gece rüyamda bile Turandot söylemeye başladım! Çok fazla çalışıyoruz... Başka türlü ezberlemeniz mümkün değil zaten... Ama genelde bu tip eserleri 4 ile 6 ay öncesinden ezberlemeye başladığımızı söyleyebilirim.
* Sizin için ses çok önemli... Sesinizi korumak üzere özel bir çabanız oluyor mu?
- Mutlaka alması gerekiyor. Çünkü kaybedersek telafisi olanaksız. Çok sıkıntılı bir durum aslında bu. Çok ince bir çizgi... Örneğin kafayı bir şeylere takmamız bile sakıncalı. Ama en önemlisi 'aman şunu yemeyeyim, bunu yemeyeyim, sesime bir şey olmasın' evhamıdır. Çünkü psikolojiniz bozulabilir. Aşırı titizlenme yerine, dikkat etmek yeterli. * Çiğ yumurta içtiğiniz oluyor mu! Hani 'ses açar' denir ya...
- Yok... Çiğ yumurtayı hiç denemedim. Ama 'deneyenler vardır' diye düşünüyorum. (gülüyor)
İLGİ ARTIYOR * Operaya verilen değer açısından ülkemizi ve yurtdışını kıyaslamanızı istesem neler söylersiniz?
- En büyük fark kitlesel bence. Mesleğin icrasından ziyade o mesleği icra ettiğiniz kitleler çok önemli. Yurtdışı deyince aklıma Avrupa geliyor. Tabii Amerika ve Uzakdoğu'da da çok revaçta opera artık. Her ne kadar Avrupa'da doğsa da opera artık dünyaya mal olmuş durumda. Belli bir kesimle sınırlı değil.
250 yıllık bir müzik tarihi olarak bakmak gerek operaya. 250 yıllık yaşanmışlık söz konusu. Cumhuriyet dönemiyle biz de geçiş yapmışız. Opera geçmişimiz yeni. Zor ve uzun bir süreçteyiz... Özellikle de topluma benimsetmek. Gönül ister ki daha hızlı yol alalım ama yine de geliştiğini düşünüyorum. İnsanların bakış açısının farklılaştığını ve merakın, ilginin duyulmaya başladığını düşünüyorum. İleriye olumlu bakıyorum.
* Yurtdışında gösterime gittiğinizde yaşadığınız ilginç anılar oldu mu?
- İspanya'nın en kuzeyine, okyanus kıyısındaki Gijon'a gitmiştik. Tarihi bir şehir. Tek Türk vardı, o da devlet görevlisiydi. Aşk-ı Memnu'yu sahneleyecektik. Açıkçası kimsenin gelmeyeceğini düşündüm. Ama gösterime gittiğimizde bir de baktık ki gişenin önünde upuzun bir kuyruk oluşmuş. İnanamadık.
Yanlış hatırlamıyorsam 1200 kişilik bir salondu ve fuldü. Aynı şekilde Carmina'nın bale gösterimini de yaptık aynı salonda. O da ful izlendi. O insanlar sanatla iç içe yaşıyor, operayı benimsemişler. Bu bambaşka bir şey... Gösterimlerimiz çok beğenildi, güzel yorumlar aldık. Gurur duyduk. Sanatla iç içe yaşayan insanlara hitap etmek çok güzeldi.
HAK EDİLEN VERİLMELİ * İzmir'in sanat merkezi olma çabasına nasıl bakıyorsunuz?
- Türkiye'de bir İstanbul gerçeği var. Ama İzmir Türkiye'nin en aydınlık, en Batılı yüzü... En büyük arzum İzmir'in sanat adına İstanbul'la başa baş gitmesi, hatta daha önde ilerlemesi.
Ben bir İstanbulluyum. 9 yıldır İzmir'de yaşıyorum. İstanbul'la geri dönmek istemedim hiç. Çünkü İzmir'i çok seviyorum, hatta tam bir İzmir aşığı olduğumu söyleyebilirim. Neredeyse 'İzmirliyim' diyeceğim artık...(gülüyor) İzmir'in bizim açımızdan en büyük eksiği çok güzel bir sahnesinin olmaması... Gerçi bununla ilgili çalışmalar yapılıyor. Hatta proje olarak tamamlandı. Büyük bir adım atıldı. Sürecin hızlandırılması ve İzmir'in hak ettiği o salona bir an önce kavuşması en büyük temennim.
Proje çok güzel, temel atılması bekleniyor. Mükemmel bir kompleks olacak. Hatta Türkiye'nin bir numaralı sanat merkezi olacağını iddia ediyorum. Projesini inceleme imkanı buldum çünkü. Bittiğinde tüm sanatçıları motive eder, hatta dünya bu merkezi konuşur. İzmir ve İzmirli sanatçılar bunu hak ediyor bence...
BLUE NOTE'LA MELBOURNE'DA BAŞARILI İKİ KONSER VERDİLER
Murat Direk'le solist ve saksofoncu olarak yer aldığı Özcan Akçagül & Blue Note orkestrasını da konuştuk.
* Ne zamandır Blue Note'tasınız?
- Resmi mesleğim opera sanatçılığı ama müzik geçmişimi canlı tutmak adına bir şeyler yapma ihtiyacı hissediyorum. Özgen Hoca ile tanışana kadar İzmir'de çeşitli orkestralarda yer aldım. 2007'den beri Blue Note'tayım. İdealist bir grubuz... Geçmişten günümüze dünya müziklerini seslendiriyoruz. Daha çok Türkiye'de yapılamayan, denenmeye bile cesaret edilemeyen şeyleri denemeyi seviyoruz. Özgen Akçagül, bu anlamda mükemmel bir önder...
* 7 dilde şarkı söyleyebilen, çok sesli bir orkestrasınız.. Siz kaç dilde söylüyorsunuz?
- Derdimi anlatabilecek kadar ingilizce ve italyanca konuşabiliyorum. Ama iş şarkıya gelince 7 dilde söyleyebiliyorum... Çünkü okulda 4 dilde diksiyon eğitimi aldım. Türkçe, İtalyanca, Fransızca, Almanca.... Bu da büyük artı sağlıyor tabii...
* Şubat başlarında Avustralya'ya gidip Melbourne'de düzenlenen Türk Festivali'ne katıldınız... Nasıl geçti?
- Süperdi... İki konser verdik... Biri Federation Sguare de bulunan BMW Edge Arena'da, diğeri aynı yerin açık hava meydanında...
Konserlerimiz Türkler ve Avustralyalılar'ın oluşturduğu kalabalık seyirci kitleleri izledi. .
Birinci konserimiz VIP konseriydi, Victoria Eyaleti Başbakanı Frank Mequire ve birçok diplomat, bakan ve vakıf başkanı katıldı. 6 dilde parça seslendirdik o konserde ve her çevreden yüksek beğeni topladık.
Açık hava konserimiz ise tam bir şölen havasında geçti. Pek çok ülkeden insanlar ve turistler doldurdu meydanı. Türk festivali bir uluslararası festivale dönüştü ki biz de aslında bunu istiyorduk.
Maalesef, Türklerin sadece yerel müziklerini yapabileceklerini düşünen, dünyaya açık modern yüzümüzü bilmeyen kesimler var hala. Özellikle de yurtdışında. Bu anlamda çok ses getirdi konserimiz.
İtalyanca Napoliten ve düet parçalardan, Queen Grubu'nun dünyaca ünlü Bohemian Rhapsody'yi örnek gösterebilirim. Daha birçok dünya müziği parçasının arasına şefimiz Özgen Akçagül'ün çok sesli olarak düzenlediği türküler ve yerel müziğimizi katarak konserimize renk kattık. Bu geniş yelpaze ve tatlı karışım büyük ilgi ve beğeni topladı. Ülkemizi ve İzmirimizi en iyi şekilde temsil etmenin gururu içinde ülkemize döndük.
