Konuk yazar Selahattin Gezer yazdı...
Dilimiz nasıl? Anne sütü ve biberon, bebeğin vücudunu beslediği gibi, eskiden anaların söylediği ninniler de bebeğin ruhunu beslerdi. O bize ait ninniler ve organik kelimeler, kubbenin omuz omuza vermiş taşları gibi bebeğin dil kubbesini oluşturur, ilk yankılanan ses, annenin ninnileri olurdu. Ve o ninniler, geniş âlemden gelip bebeğin bedenine yerleşen ruha sevgi kollarını açardı. Diliniz nasıl; konuşunca derdinizi anlatıyor, susunca derinlere dalıp, tefekkür mücevheratı toplamanıza vesile oluyor mu? Diş fırçaları gibi uyduruk ve ruhsuz kelimelerden temizlemek için dilimizi, sık sık organik ve geçmişimizin şuurunu, tınısını taşıyan kelimeler ile fırçalamak lazım! Çünkü ruhumuzun DNA'sına sahip çıkmalıyız; bize ait ne varsa orada kayıtlı. Yeri gelmişken, önceden yazdığım bir yazıyı yeniden düzenleme yaprak siz kıymetli okuyucularımla da paylaşmak istiyorum.
DİL RUHUN DNA'SI
Hayatımızda kaç kez: "Anlatacak kelime bulamıyorum!" demişizdir... Aslında kelimeler var ama biz yokluğunu yaşarız hep. Ecdadımızı ve gerçek dilimizi dert edinsek, yerli ve milli mütefekkir, dava insanlarının bize ait kelimelerle ortaya koydukları eserlere ilgi göstersek; bir gecede boşaltılan dilimiz, yeniden şahlanışa geçecektir. Dil, ruhun DNA'sıdır, asırların bilgisini taşır. İngiliz, Avrupalı ve Uzak Doğu'nun bozulmamış dilleriyle, binlerce yıllık tecrübe ve bilgiyi okuyarak, geçmişe köprüler kurmuşlardır; bu sayede gelecekleri de geçmişlerinin idealine uygun olmuştur. DNA'daki bilginin proteinlere dönüştüğü gibi; ruhun DNA'sı olan dil de bilgiyi tefekküre dönüştürür. Bunun için, düşünce ve kelamın genlerini taşıyan, soyu sopu belli olan asil kelimelere ve ecdat diline sahip çıkmalıyız. Yetersiz kelimelerin altında inleyen dilimizin derdine kulak vermeliyiz. Marka ve kaliteye önem verenlerin, kelimeleri de merdiven altı ve bir gecede uydurulmuş kelimeler olmamalıdır. Dil ve kelam ayrılmaz bir ikilidir, hatta kelam dilden de önde gelir. İnsana ceset ve dil verilmeden önce, ruha kelam takılmıştır. Ruh, ta "kalû belâda" kelam etmişti, DNA'sında kelam var. İlk insan ve ilk mucize de, isimleri öğrenmekti. Kur'an ve imana hizmetkâr olmuş zengin dilli ecdadımız, o kelimelere ve isimlere yeni bir kimlik kazandırmış ve Osmanlı dönemiyle Türkçe kıvamını bulmuştur. Tutturulan o kıvamda İslam'ın parıltıları ve tefekkürün izleri de mevcuttur. O zengin ve hikmetli dille, muhteşem zaferler, hayranlık uyandıran eserler, yürekleri ferahlatan adalet ortaya konmuş ve emsali olmayan bir Hz. Peygamber sevgisi yaşanmıştır. Bir tek örnek verecek olursak: gönlümüzü ve ruhumuzu etkileyen Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Şerif'idir. Şimdiki konuşma diliyle, ruh genetik talimat alamaz; şanlı tarih ve muhteşem kültürümüzden, İslam medeniyetinden mahrum kalır, yeterince etkilenmez. Ruh etkisiz kalınca tepkisi de yeterli olmaz, tefekküre de hiç yanaşmaz. "Samanyolu" derken, adeta saman yığınları arasında kalıyorsunuz ama "Kehkeşan" derken, ruh öyle bir genetik talimat alıyor ki; coşuyor, tefekkür ediyor ve yıldızlardaki nizamdan ilahi kudrete ağız dolusu "Subhan'Allah" diyor... Evet, ağız dolusu "Kehkeşan" kelimesi, damarlardaki kehkeşanı, hücrelerdeki nizam ve intizamı da hatırlatıyor. Necip Fazıl'lar, Mehmet Akif'ler, Yahya Kemal'ler ve diğer şuurlu şair, yazar ve mütefekkirlerimiz, özellikle de asrımız insanının sadece imanına değil, diline de sahip çıkan Bediüzzaman, kesilmiş dilimize, eserlerindeki bize ait dille dikiş atmaya çalışmışlardır. Dikişi değil de, dili keseni anlayamamak insafsızlık değil de nedir? O DNA'sı sağlam yerli ve milli kalemlere ve dillere, özellikle de Risale-i Nurlardaki dilden dolayı Bediüzzaman'a, kullandıkları harfler ve DNA'lar sayısınca teşekkürler ve Allah ebediyen razı olsun diyoruz... Dilimize alafranga ve uyduruk bir kıyafet giydirildiği için uzun süredir ruh yeterince beslenemiyor. Ruhun açlığı da birçok sıkıntıya kapı açıyor. Ecdadımızdan gelen, bize ait bol proteinli ve can katan zengin mineralli kelimelerimizi gasp ettiler.
BİZİ HAPSETTİLER
Derdimizi anlatmayan, ancak şişiren kelimelerle bizi hapsettiler. Bir asra yakındır, her mesele, ayaküstü birkaç ruhsuz kelimeyle (fast food) tarzında hallediliyor; hasretler, aşklar, tutkular, yetersiz kelime dağarcığıyla anlatılınca etkisi de bir ömür devam etmiyor, çabuk biten evlilikler, dostluklar gibi... Ecdadın sevgisi-muhabbeti de gerçekmiş, dilden dökülen kelimeleri de gerçekmiş... Zaten gerçek ve zengin bir dil, ilgiyi, alakayı ve etkiyi artırır. Yüz yıldır şişiyoruz ama sağlıklı konuşamıyoruz; DNA'sı bozuk insanlar, bizim DNA'mıza uymayan kelimelerle bizi şişirmişler; anlatamadıklarımız öyle çok ki... Son Söz: Temeli ve genetik şifresi olmayan o uydurulmuş kelimeleri anlasak da, anlatmaya çalıştığı hakikate yetersiz kaldığı için, asıl anlamamız gerekenlere zamanla yabancı kalıyoruz... Allah aşkına söyler misiniz? Ecdadın o muhteşem dili olmasaydı; aşkı, özellikle Allah ve Resulüne olan muhabbeti ve sevgiyi nasıl anlatacaklardı? Onlar da, ergenlerin, sabahtan akşama kadar ağızlarından düşürmedikleri içi boş ve çürük sakız hâline gelmiş: "Aşkım!" kelimesini tekrarlayıp duracaklardı... Yeniden konuşabilmek ve düşünebilmek ve asıl gayeyi anlayabilmek dileğiyle...

