HİNDİSTAN'A FARKLI BİR BAKIŞ / NESLİHAN ACU
Yeni Delhi'de bir otele yerleştim. İki gece burada kalacağım, daha sonra Sih'ler diyarı Amritsar... Delhi'yi bir türlü sevemedim, sevmeye çabalıyorum. Burada yaşayanlar şehrin adını "Del'i" şeklinde telaffuz ediyorlar. Bir Pazar gününü şehri gezmeye ayırdım. Delhi'de edindiğim bir arkadaşla birlikte Old Delhi'ye gittik. Önce metroya bindik, eski şehrin çok yakınlarında indik. Metroda sanki normal bir ülkedeymişim hissine kapıldım. Oysa az sonra içine dalacağımız "old city" canıma okuyacaktı, haberim bile yoktu. Fotoğraf falan çekeceğim ya, "old city çok ilginçtir o bakımdan" demişti arkadaş. Haklıymış. Görüntüler cidden muhteşemdi. Ama o görüntülerin bir de kokuları vardı ki, bunu hiç hesaba katmamıştım. Tam 2 gün boyunca hiçbir şey yiyemedim o kokular nedeniyle. Anlatılır gibi değil. Old Delhi, çok çok uzaktan baktığınızda bizim İstanbul'un Eminönü, mısır çarşısı tarafları gibi sanki. Ama yaklaştıkça bir kabus. O daracık sokakların pisliğini, lağım gölcüklerini, yerlere paçavralar misali serilmiş insanların görüntüsünü unutmam mümkün değil. Ama asıl unutamayacağım şey, koku. Hayvan ve insan pisliği, lağım, baharat, türlü çeşit yağlı yiyecek, ter, kir vs. kokusu birleşip öyle bir yoğunluk kazanmış ki, savaş silahı olarak kullanılabilir. Şapkamı çıkardım burnuma dayadım, nefes almadan yürümeye çalışıyorum. Nefes alırsam öğürmeye başlayacağım, arkadaşa çok ayıp olacak. Aksi gibi, öyle fotoğraflık malzeme var ki ortada, hepsini de kaçırıyorum. Sonunda şapkayı çektim burnumdan, nefesimi tuttum, aldım kamerayı başladım çekmeye...
FOTOĞRAF ÇEKME SAVAŞI!
Üç insanın ancak geçebileceği darlıktaki sokaklardan kablo demetleri sarkıyor salkım saçak. Yerlerde serilmiş yatanlardan yürümek mümkün değil. Orta yerden pis bir su akıyor. Bu pisliğin iki yanında dükkanlar var. Giysi, kumaş, iplik, eşarp, incik boncuk satıyorlar. İçlerine girmeye teşebbüs bile etmedim. Tek derdim, mümkün olduğu kadar çok fotoğraf çekip bir an önce kendimi bol oksijenli bir yere atmak. Delhi'nin merkezi denen o tozlu, döküntü meydan bile şu anda gözüme cennet görünüyor. Derken beyaz giysili bir kadın fark ettim. Zınk diye geri döndüm, fotoğraf için izin istedim. Gülümsedi, poz verdi. Onca pisliğin içinde güzel mi güzel, süslü mü süslü bir genç kadın... Kucağındaki bebeğin gözlerine sürme çekmiş. İşte Hindistan bu dedim kendi kendime. En olmayacak şartlarda yaşıyorlar ama süsleri püsleri ve yaşam sevinçleri yerli yerinde. Yerde bir çember oluşturmuş, sakalları yerleri süpüren bir grup tuhaf giyimli yaşlı dilenci gördüm sonra. Makineyi doğrulttum ama öfkeyle homurdanmaya başladılar, zor kaçtım.
ŞAH CİHAN'IN CAMİSİ
Ortalıkta pişen yiyeceklerin kokuları burnumu yakıyor. Genç bir adam tezgahın üstündeki ocağın yanına tünemiş, gri renkli bir hamuru yoğuruyor. Kirli ayakları hamurun neredeyse içinde... Az ötede bizim ceviz sucuklarına benzeyen bir şeyler satan seyyar arabalı iki genç var. Şekerlerin üstünde milyarlarca sinek koloni kurmuş. Adeta sinek şekerlemesi... Bir saatin sonunda pes ediyorum. Yeter bu kadar Old Delhi! Tuktuk'a binmeden önce Jama Mascid'in önünden geçiyoruz (Cuma Cami). Bu camiyi de Şah Cihan yaptırmış meğer. Gün batımına dek şehri dolaşıyoruz. Çok sayıda müze, tarihi eser, geniş bulvar var. Fakat tüm şehre sinmiş o koku yüzünden ben hiçbir şeye konsantre olamıyorum. Ve sürekli boğazım yanıyor. Bu şehirde öyle kötü bir hava kirliliği var ki, sigara içen pek olmadığı halde, boğaz ve akciğer hastalıkları epey yaygın olmalı. Enkaz halindeki binlerce araçtan feci egzoz kokuları yayılıyor. Yayalar, tuktuk ve bisiklet yolcuları zehirli gaz soluyorlar resmen. Sigara olayı ise enteresan... İki haftalık yolculukta sigara içen sadece bir kişi gördüm. Yoksulluktan mı alamıyorlar nedir, anlamadım ki.
AÇLIKLA SAVAŞ EDİYORUM
Boğazımın cayır cayır yanmasından sonra ikinci sorunum ise, açlık. Fena halde açım ama hiçbir şey yiyemiyorum. Ne zaman bir lokantaya hamle yapacak olsam, old city'nin kokusu burnuma geri geliyor ve ben hayatımın sonuna dek hiçbir şey yememeye yemin ediyorum. Ama olacak iş değil. Bari bir pizzacı bulalım, bir parça pizza kemireyim dedim. Merkezde fır dönüyoruz. Zaten bir iki tane pizzacı var, onların önünde de upuzun kuyruklar. Binaların önünden geçtikçe iyice fena oluyorum. Tüm duvarlar çiş lekeleriyle kaplı. Şehir idrar kokuyor. Çöpler yerlerde yuvarlanıyor. Bu şehirde bir belediye var mı, şimdi cidden merak ediyorum. Olsa, şehir neden böyle savaştan az önce çıkmış kadar perişan ve yoksul görünsün. Burası bir de başkent üstelik. İnanılır gibi değil. Kaldığım otel şehrin doğusunda, az biraz modern bir semtte (güya). Akşam otele dönerken sokakta karşıma bir inek çıkıyor. Fesuphanallah diyip kendimi içeri atıyorum.
AMRİSTAR'A TREN YOLCULUĞU
Seyahat acentesindeki arkadaşın "Amritsar'a gidişiniz için sabah trenine yer buldum ama dönüşünüz yataklı trenle (sleeper) olacak" derken suratıma bir acayip bakmasından durumu anlamalıydım. Yataklı tren olayının facia boyutunu yani... Tren garı bir sefilhane görünümünde. Bankların üstünde enkaz görünümlü insanlar yatıyor. Bunlar garda yaşayan evsizler mi, yoksa gerçekten tren yolculuğu mu yapacaklar, bilmiyorum. Manzaralar acayip. Bir bankın üstüne sereserpe uzanmış kir pas içindeki bir adamın hemen yanında oldukça şık sarili bir kadın oturuyor. Kadın, yanındaki berduşun neredeyse çantasına değen pis ayaklarını pek umursuyor gibi değil. Etrafı seyrederken sandviçini yiyor. Sonunda tren geliyor, biniyorum. Bizim bir zamanların kara treninden on kat daha döküntü. "Sabah treni, ne güzel camdan dışarıyı seyrederim" hevesim kursağımda kalıyor çünkü cam kirden öyle bir kararmış ki, doğru düzgün bir şey görmek mümkün değil. Oturduğum koltuk eskilikten dökülüyor, muşambaları paramparça.
TEMİZ HİÇBİR ŞEY YOK
Koltukla cam arasındaki boşluk ürkütücü pislikte. Yolda buradan bir fare çıkıp üstümde dolanır mı acaba diye gıcık bir düşünce beynimi kemiriyor. Bir şey net olarak anlaşıldı. Hindistan'da bizim anladığımız anlamda "temiz" hiçbir şey yok. Beş yıldızlı otelleri nasıldır bilmiyorum ama 2-3 yıldızlı otellerde sadece görüntü var, temizlik hak götüre. Jaipur'da, Agra'da, Delhi'de kaldığım tüm oteller, küçüklüklerine rağmen şaşaalıydılar. Mermer, işin olmazsa olmazı! Ağır kadife örtüler, tablolar, oymalar kakmalar... Ama temizlik nanay. Yatak çarşafları griye dönmüş, keçeleşmiş... O da şanslıysanız. Şanssızsanız hiç yıkanmamış, sadece silkelenmiş çarşaflar sizi bekliyor. Ben zaten üçüncü günden sonra işi berduşluğa vurdum. Yatağa üstümdekilerle dalıyorum.
MEDENİYETE DOĞRU GİTME HİSSİ
Sonuçta tren de farklı değil. En lüks mevkisi bile İkinci Dünya Savaşı standartlarında. Yolculuk boyunca, üniformalı ve eldivenli görevli bir kez kahvaltı, bir kez de sütlü çay servisi yapıyor. Ortalık dökülüyor ama adamların (İngilizlerden miras) asaleti yerli yerinde! Kirli camın ardından akıp giden manzarayı seyrediyorum. Seyretmesem daha iyi aslında! Harabe binalar, açık tuvaletler, toz toprak... Amritsar'a yaklaştıkça manzara değişmeye başladı. Baya baya bir yeşillendi ortalık, cılız ağaçlar kayboldu, dev ağaçlar göründü. Tarlalar, ekili alanlar vs. Sanki medeniyete doğru gidiyoruz gibi bir his kapladı içimi.
YARIN: HİNDİSTAN'A YOLCULUK
