• BUGÜNKÜ YENİ ASIR
  • BIST 78.384,78
    EURO 4,4760
    USD 3,8608
    GBP 3,8608
    CHF 3,8608
    JPY 3,8608
HÜSEYİN KOCABIYIK

Kardak krizi gerçekte neydi?

huseyin.kocabiyik@yeniasir.com.tr Tüm yazıları
Giriş Tarihi: 18.07.2010, 00:00
Ergenekon davasında yargılanan bazı askerlerin, Kardak kriziyle ilgili açıklamaları kamuoyunun ilgisini çekti. İşin ilginç tarafı, o olaya dair her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Düşünün ki, Ertuğrul Özkök gibi birisi bile her zamanki laubaliliği ile senaryolar yazdı köşesinde. Aslında Kardak olayı tam olarak neydi, kimse bilmiyor. Gazete haberlerinden hareketle hikayeler yazıyor herkes.
Ben prensip olarak tanık olduğum devlet olaylarından pek söz etmem. Birlikte çalıştığım devlet adamlarının tanık olduğum sırları ise benimle mezara kadar gidecektir. Ancak zaman zaman, bir tarihi olay ele alınırken o derece 'balans' bozuluyor ki, bir 'ayar' yapmak vacip oluyor. İşte Kardak bunlardan biri ve olayın yakın tanığı olarak bir de benden dinlemek gerekecek.

KARDAK TOPLANTISI
Türkiye, 24 Aralık 1995 seçimlerinden çıkmış. Hiçbir parti hükümet kuracak üstünlüğü sağlayamamış seçimlerde. Nasıl koalisyon olacağı belli değil. Tam hükümet arayışlarının sürdüğü o günlerde, Türklere ait bir ticari gemi, Kardak açıklarında bozuluyor. Yunan savaş gemileri hemen olay mahalline geliyorlar ve duruma el koymak istiyorlar. Türkiye haklı olarak, Yunan savaş gemilerinin Kardak kayalıkları üzerinde hak iddialarına tepki gösteriyor ve kriz böylece başlamış oluyor. Yunanlılar kayalıklara papaz-sivil- asker karışımı bir topluluğu çıkarıyor ve Yunan bayrağını dikiyorlar. Türkiye geriliyor birden. Başbakan Çiller bakanlar kurulu toplantısından çıkarken o tarihi sözü söylüyor: "O asker gidecek, o bayrak inecek!"
Ertesi günü, Başbakanlık konutundayız. Toplantı odasında Kardak krizi konuşuluyor. Masanın etrafında İçişleri Bakanı var. Deniz Kuvvetleri Komutanı var. Dışişleri Bakanı Müsteşarı var. Tapu Kadastro Genel Müdürü var. Başbakan Çiller, sakin bir sesle soruyor: "Arkadaşlar, söyleyin bana, bu Kardak bizim mi değil mi?" Başta Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya olmak üzere, herkes büyük bir iştahla, 'bu kayalıklar hakkında bir Yunan iddiasının söz konusu olamayacağını, kayalıkların Türkiye'nin doğal uzantısı olduğunu" uzun uzun anlattılar.
Bütün anlatılanları sakince dinleyen Başbakan Çiller, sesini o kadife tondan çelik tona yükselterek şu sözü söyledi: "Bu kayalıklar bizimse, Yunan gemilerinin orada ne işi var." Herkes dondu kaldı. Çiller, şaşkın bakışlar arasında yüzünü Güven Erkaya'ya döndü ve "Paşam, madem bu kayalıklar bize ait, o vakit Yunan gemilerinin oralarda dolaşmasına müsaade edemeyiz. Size Başbakan olarak emrediyorum, batırın o gemileri" dedi. Bütün heyet bu sözlerden sonra dondu kaldı. Fakat, Başbakan'ın kararlı olduğu anlaşılınca, amiral Güven Erkaya, "Başüstüne sayın Başbakanım" demek zorunda kaldı.

ÇILDIRMIŞ BU KADIN!
Deniz Kuvvetleri Komutanı Erkaya 'başüstüne' demişti ama daha kapıdan çıkarken, yanındakilere "Bu kadın çıldırmış, bizi Yunanistan'la savaşa sokacak" demeye başlamıştı. Başbakan aynı emri Genelkurmay Başkanı'na da vermişti. Genel Kurmay Başkanı sorumluluğu Güven Erkaya'nın üzerine atıp Başbakan'ın sıkıştırmalarından kurtulmak istemişti. Dakka başı arıyordu Çiller, "Ne oldu, hazırlıklarınızı yapıyor musunuz?" diye soruyordu. Her seferinde amiral Erkaya'dan "Çalışıyoruz efendim" cevabını alıyordu.
Oysa bir çalışma vardı tabii ama Yunan gemilerini batırma çalışması değil, "Bu çılgın kadını nasıl durdururuz" çalışmasıydı yapılan çalışma. Nitekim Güven Erkaya ve Dışişleri Bakanı Deniz Baykal kafa kafaya vermişler, "Bu işten nasıl sıyrılırız"ın hesabını yapıyorlardı. Her ikisi de Tansu Çiller'in bu meseleyi iç politika hesapları yüzünden kullanmak istediğinde hemfikirdiler.

"KORKAK BUNLAR"
Çiller hakikaten gergindi. Birilerinin, verdiği emri savsakladığını görüyordu. Devlet direniyordu. Oysa Çiller'in acelesi vardı. Çünkü Amerikan yönetimi geçen saatler içinde Çiller'in operasyon emrini duymuş ve endişeye kapılmıştı. Amerikan yönetiminin güçlü adamı Richart Holbrooke, ısrarla Çiller'le görüşmek istiyordu. Çiller'e telefonda sakin olmasını söyleyen Holbrooke, Çiller'in "Siz gidin Yunanlara yapın bu telkinlerinizi. Bayrak inecek, askerler gidecek, aksi halde Türkiye egemenlik haklarını kullanacaktır" sözlerini dinledi.
Bu arada ilerleyen saatlerde Başkan Clinton devreye girmişti. Çiller'i arıyor, görüşmek istiyordu. Ama Çiller, Clinton'un telefonlarına çıkmadı. ABD Başkanı'yla konuşup kendisini bağlamak istemiyordu. İstiyordu ki, Yunan gemilerine gerekli operasyon yapılsın ve ondan sonra gerekli diplomasi yürütülsün. Fakat yaptığı zamanlama planı pek doğru değildi. Çünkü asker ve işbirlikçi siviller Başbakan'ın emrini yerine getirmiyorlardı. "Tabansız, korkak bunlar" diye söylenip durdu günboyu. Bizim askerler ve diplomatlar Hemen Amerika'yla ilişki kurdular. Yunan Genel Kurmayı, Yunan Dışişleri, Bizim Dışişleri ve bizim askerler "çözüm modeli" geliştirmeye çalıştılar. Ben ikinci kayalığa bayrak çekme formülünün bu mesai sonunda ortaya çıktığına inanıyorum. Türkiye Başbakanı Çiller, askerler ve diplomatlar tarafından atlatılmış ve yandaki kayalığa gece yarısı Türk bayrağı çekilerek denge sağlanmış, ertesi gün de her iki kayalık da boşaltılmıştı. Bayraklar inmiş askerler gitmişti, çözüm bulunmuştu.

Çiller ne yapmak istemişti?
Çiller Yunanistan'la bir savaş mı istemişti? Hayır, ilgisi yok. Şunları amaçladığı çok açıktı:
1- Yunanlılara Türkiye'nin burnunun dibine sokulup kabadayılık yapmanın bir bedeli olduğunu göstermek.
2- Ege'deki haklarımız konusundaki kararlılığımızı dünyaya hissettirmek.
3- AB'ye, "Türkiye'yi AB üyesi yapmazsanız Doğu Akdeniz'de barış olmaz" mesajını vermek.
4- Ve tabi ki iç politikada bu gelişmeleri lehte kullanmak.
Ama kim derse ki, Kardak krizi stratejisi olmayan ve sadece iç politika kaygıları ile üretilmiş bir krizdir, bilmeden konuşuyor. O krizden bu yana Ege'de Türkiye'yi tedirgin edecek bir olayın yaşanmadığını da hatırlatmak isterim.

Benzin parasını cebinden verenlere birkaç söz!
Ergenekon davasında bir sanık albay o gün ikinci kayalığa çıkan zodyakların benzinini kendi ceplerinden ödediklerini, son paraları ile de peynir ekmek yediklerini söyledi. Memlekette ne kadar postalcı varsa, hemen bu profesyonel ve ahlaksız duygu sömürüsünün üstüne atladı. Türk ordusunda böyle zayıf karakterli askerler olduğu için utandım. Bir asker durumunu kurtarmak için, orduyu lastik botuna benzin bulamayan, askerine ekmek veremeyen bir ordu durumuna düşürür mü? Suçluluğun telaşı ile yapılır böyle bir şey ancak. Gerçek onların anlattığı gibi de değil üstelik. Duruşmanın ertesi günü sorulan sorularla gerçekler ortaya çıktı. O albay yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı risksiz bir operasyonla ilgili açıkça çarpıtma yapıyordu ve ordumuzu küçük düşürüyordu. Bir süredir kuşkulandığım şeyden kesin eminim artık. Bu ordunun insan kaynaklarında çok ciddi bir "profesyonel deformasyon" var.


Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
GÜNÜN YAZARLARI
SON DAKİKA