Küresel krizin zeminini oluşturan gelişmiş ülkelerin uyguladığı düşük kur politikaları, uluslararası sermaye akımlarının da yönünü kalıcı olarak gelişmekte olan ülkelere çevirmişti. 2002'de ABD yüzde 5-5.50'lerdeki faiz oranlarını yüzde 1'lere, AB ülkeleri ise yüzde 2.5 seviyesine çekmişti. Japonya'da ise sıfıra yakındı. Paranın ucuz olduğu yerlerden borçlanan uluslararası aktörler, fonlarını bizim gibi getirilerin çok yüksek olduğu gelişmekte olan ülkelere para taşıdılar. Yani "carry trade" yaptılar.
Böyle yoğun sermaye akımları karşısında gelişmekte olan ülkelerin ulusal paraları dolar ve euro gibi temel para birimleri karşısında değer kazandı. Özellikle dolar getiren yabancı sermaye parasını TL'ye çevirdi ve İMKB'nin yolunu tuttu. Ya hisse senedi ya da tahvil ve bono aldı. Bir taraftan TL değer kazanırken, diğer taraftan hisse senetleri coştu, tahvil ve bono faiz oranları düştü.
Krize kadar benzer tabloya tanık olduk. Bu yapı içinde ihracatçılar rekabet düzeylerini korumakta zorlanıyor. Çünkü, TL değer kazandıkça, ihraç ettiğimiz malların fiyatları yükseliyor. O zaman ihracattan sorumlu Bakan Kürşat Tüzmen Merkez Bankası'nın kurları dizginlemesi gerektiğini savunmuştu.
HERKES HAKLI!
2008'in son aylarında resim tersine döndü. Yoğun yabancı sermaye çıkışları TL'nin değer kaybetmesine, hisse senedi fiyatlarının düşmesine neden oldu. Fırtınanın dinmesi ile yeniden kriz öncesi yapıya döndük. Yabancı sermaye girişleri hızlandıkça, TL yukarı yönlü hareketini sürdürüyor. İhracatçılar da haklı olarak kurların sıcak paranın neden olduğu spekülasyon yüzünden düşmesinden rahatsızlık duyuyor. Bakan Zafer Çağlayan, Tüzmen gibi Merkez Bankası'na çağrıda bulunarak TL'nin yükselişinin frenlenmesini istiyor.
Nasrettin Hoca misali, herkes haklı... Merkez Bankası "Faizleri sabitliyorum", "Kurlara dokunamam", "İki çapa birden olmaz" diyor. İhracatçılar, "Daralan uluslararası dış ticaret hacmindeki payımızı koruyamıyoruz" serzenişinde bulunuyor.
Peki çözüm nedir?
Geçenlerde Türkiye Bankalar Birliği Başkanı Ersin Özince verdiği mülakatta satır arasında Tobin Vergisi'nden bahsetti. Deyim yerinde ise, herkes balıklama atlayarak, "Tamam bulduk, kurları dizginlemenin yolu Tobin Vergisi uygulamaktır" dedi. 1970'lerin başında uygulanan ve mucidinin adıyla anılan bu vergi, bir piyasaya gelen yabancı sermayeden, "Piyasaya giriş bedeli" gibi alınan parayı ifade ediyor. Amacı, kısa vadeli spekülatif hareketleri kısıtlamak, menkul kıymetlerin fiyat oynaklığını azaltmak. En son Brezilya yüzde 2 ile Tobin Vergisi'ni uygulamaya başladı.
Şimdi, biz "Tobin Vergisi ile piyasalardaki volatiliteyi azaltmaktan öte, sıcak para girişini azaltarak, TL'nin daha fazla değer kazanmasını engellemek amaçlı kullanabilir miyiz"in yanıtını arıyoruz.
TASARRUF AÇIĞI
Olumlu ve olumsuz yanlarını ölçelim... Öncelikle yabancı sermaye ihtiyacımızı iyi belirlememiz lazım. Birincisi, iç tasarruf oranımız yüzde 18'lerde olduğu için "tasarruf açığımız" var. İkincisi, cari açık yine kriz öncesine dönüyor. Yıl sonu itibariyle 35 milyar doları aşacak gibi... İki temel faktöre göre yabancı sermaye gereksinimi var. Eğer, Tobin Vergisi uygularsak ve sıcak para girişinde azalma olursa açıkların nasıl kapatılacağı sorusu duruyor önümüzde. Sakın, doğrudan yabancı sermaye demeyin bu konjonktürde.
Olumlu yanı ise, gerçekten sıcak paranın zararı, karından çok daha fazla. Yabancı yatırımcı, yıllarca yüksek getirilerle piyasaların kaymağını yedi. Son yıllarda ülkelerine yaptıkları kar transferi 30 milyar doları aştı. Kolay karları cebe indirirken, sığ olduğu için piyasaları da dalgalandırıyorlar. Örnek uygulamalara baktığımızda, ekonomilerin iç dinamiklerine göre sonuç alan ülkelere rastlayabildiğimiz gibi, etkisinin olmadığı ülkeleri de görebiliyoruz.
Sonuç olarak, yine palyatif çözümler peşinden gidiyoruz. Kurların çözümü Tobin Vergisi değil. Sadece kısa süreli dolaylı etkisi olabilir ki, bu da şüpheli. Zaten, bırakın yabancı sermayeden Tobin Vergisi'ni almayı, kendi vatandaşımızdan Gelir Vergisi'ni bile alamıyoruz.
