Adam ve kadın gerçek duygularını gizler, sormak istediklerini sormaz, kalbinden geçenleri söylemez, ikisi de burnundan kıl aldırmaz... Ve bir ilişki, henüz aşk kıvılcımları saçmaktayken bitiverir. 'Kurt Seyit ve Şura'nın son bölümünde yaşanan da buydu; gerçek hayatta örneğini yaşadığımız/duyduğumuz bir 'bitiş' hikayesi.
Adına kimileri gurur diyor ama bana sorarsanız, dikkafalılıktan başka bir şey değil. Aklına, kalbine, diline geleni söyleyeceksin. Aşkın kaldıramadığı tek şeydir dikkafalı ve inatçı olmak. Seyit, Şura'ya çiçek ve çikolata gönderir; Şura hediyenin Petro'dan geldiğini düşünüp çöpe atar. Çiçeğini çöpte gören Seyit, "Anladım" der ve gider! "Sen kimin çiçeğini çöpe atıyorsun" dese, "Aşk olsun" dese, eğilse o çiçeği çöpten alıp "Neden attın" diye sorsa...
Şura, kapıya gelen sevgilisi arkasını dönüp giderken "Gitme" dese, koşup sarılsa...
Aşkın, tutku aşamasını çabuk geçmekte fayda var; ilahi bir ritmin içinde debelenirken, akıl ve sağduyuyu çöpe atmamak lazım. Çok aşık böyle saçma sapan sebepler ve iletişim bozukluğu yüzünden başka yollara sapmamış mıdır? Kurt Seyit, Münevver'i ister annesinden dizinin bölüm finalinde. Bitmeyen bir aşkı unutmanın en güzel yolu, başka bir aşka, ilişkiye başlamak mı? Zaman gösterir, bazen gerçekten unutursun, bazen de boğazında bir yumru olarak kalır... Öyle olursa, ne acı...
O dik kafanı alıp duvarlara vur o zaman, keçi inadını da. Yarım kalan, tamamlanmayan aşklar hep unutulmaz aşk olarak kalıyor, belki evlenselerdi zaman içinde birbirini sevmeyen, geçimsiz ihtiyarlara dönüşeceklerdi. Kim bilir, kim bilebilir?...
Daha iyi yaşamak varken...
Don Miguel Ruiz, Ömer Faruk Sorak'ın son filmi, koşulsuz aşk ile şartların sınırlandırdığı aşk arasındaki farkı anlatan 'Sekiz Saniye'de rol almak üzere İstanbul'a gelmiş. Ruiz, bir bilge, bir Toltec. Ayşe Arman'a verdiği röportajda, daha iyi yaşamanın 4 maddelik anlaşmasını hayata geçirmek gerektiğini söylemiş. 'Söz büyüdür, hiçbir şeyi kişisel alma, varsayımda bulunma ve yapabildiğinin en iyisini yap' olarak sıralanan maddelere baktım ve tanıdığım birçok kişinin iyi yaşamadığına karar verdim. Basit gibi dursa da uygulamak zor, en basiti dilimizi tutmak ama onu bile beceremiyoruz.
Dili tutmak üzerine...
Şarkıcı Leman Sam, hayvansever, malumunuz üzere. Müslümanların birçoğu da öyle. Hayvan sevmenin bir dine, bir mezhebe, bir kavme ait olmadığı aşikar. Kurban kesmekle alakalı olarak yaptığı sert açıklamanın sadece kendisini bağlayacağını savunan köşe yazarı Onur Baştürk, Sam'ı eleştirenleri eleştirerek, eleştiri yapılmamasını söylemiş! Pek anlamadım doğrusu. Eleştiri yapmak sadece köşecilerin ve şarkıcıların tekelinde mi? Leman Sam, kasaplarda satılan etlerin acaba ağaçtan/tarladan toplandığını mı sanıyor? Ne yazık...
Sahibinden satılık NBA takımı!
Şöyle ciddi bir yatırım düşünen var mı aranızda? Fiyatı henüz açıklanmadı ama NBA takımlarından Brooklyn Nets satışa çıkarılmış. Rus milyarder Mikail Prokhorov, nakit sıkıntısı çekiyormuş, belki ucuza kapatılır... Sonra söylemedi demeyin. Acaba ben mi alsam?
İbrahim Tatlıses, dizi eleştirmeni olsun
Kimi zaman çok kızsam da (sebepleri tahmin edersiniz), sevmekten kendimi alamadığım biridir İbrahim Tatlıses (niye sevdiğimi de tahmin edersiniz). Hatta kendisine kızmalarım, onu sevmemden kaynaklanır bilirim. Sosyal medyayı, özellikle twitter'ı iyi kullanan Tatlıses, geçenlerde 'O Hayat Benim' dizisini izlerken, filmin fon müzikleri çok yüksek olduğu için diyalogların anlaşılmadığını yazmıştı. Son olarak da 'Karadayı' dizisini eleştirmiş İmparator İbo. Pek çok sinema filmi çeken ve kamera arkasını da gayet iyi bilen Tatlıses, "Kabadayı öyle mi olur?" demiş ve eklemiş. "Çok kabadayı tanıdım, gömlek ve yelekle olmaz, Karadayı'nın bir çakısı bile yok" demiş. Bence dizi eleştirsin bir gazetede, birçok eleştirmenden iyi; hem en hassas noktaları işaret ediyor hem polemik seviyor. 'Dizilerin kabadayısı' desek kendisine, olur mu?
Bu hafta vizyon filmleri şahane
*Çocuk/genç edebiyatının başyapıtı sayılan, Lois Lowry imzalı 'the Giver-Seçilmiş'; bir bilim-kurgu romanı. 20 yıl önce babası Lloyd Bridges'in oynayacağı bir film arayışında olan Jeff Bridges, 'The Giver' romanını çok beğenir. Ancak 20 yıl boyunca defalarca çekim aşamasına gelmesine rağmen filmi tamamlayamaz. En sonunda beyaz saçlı, yaşlı ve bilge adamı kendisi oynar! "Babam 1998'de öldü ve ben bu arada yaşlı bir adama dönüştüm, başrol bana kaldı" diyen ve filmin yapımcılarından da biri olan Bridges'e Meryl Streep ve genç oyuncu Brenton Thwaites eşlik ediyor. Taylor Swift de var filmde, hayranlarına müjdeler olsun.
*Johnny Depp adı bile yetiyor sinemasevere. Aktör bir bilim adamı bu defa, 'Transcendence-Evim'de. Depp'in fotoğrafına bile iki saat bakabilen biri olarak, filmi kaçırmayacağımı tahmin edersiniz. Bir bilim-kurgu daha. ama benim takıldığım filmlerin Türkçe isimleri. Aşkınlık, üstünlük ve eneyüstülük anlamlarına geliyor transcendence, evrim olmamış bence.
*'Good People-Ölümcül Oyun' yine aynı şeye taktım kafamı, iyi insanlar ölümcül oyun olmuş! Ama olsun, James Franco ve Kate Hudson başrolde. Karı-koca türlü aksiyonun içinde koşturup, kötü adamlardan kaçıyor.
*'Gone Girl-Kayıp Kız'da, Oscarlı aktör ve yönetmen Ben Affleck, karısını öldürmekle suçlanan bir adam rölünde. 'Dövüş Kulübü' ve 'Seven-Yedi' filmlerinin yönetmeni David Fincher, filmi izlemek için başka bir şahane sebep.
*Benim favorim her zaman bir Woody Allen filmidir. Usta yönetmen, haftanın diğer karanlık filmlerine inat, 'Magic In The Moonlight-Sihirli Ay Işığı'nda yine bambaşka ve benzersiz bir hikaye anlatıyor. İllüzyon ve medyumluk üzerine, bayılırım...
