Bazen köşemde Türkiye'nin gücüne dair tüm dünyada gelişen algıdan söz ediyorum. Bu algının varlığını kanıtlayan onlarca beyan, analiz ve habere de yine köşemde yer veriyorum. Ben bunu yazdım diye bazı okuyuculardan ağzı açılmamış küfürler yiyorum, iyi mi? "Biz nasıl bu hale geldik, niçin bu kadar ruhsuzlaştık, niçin ülkemizi bu denli küçümsüyoruz" bahsi filan açmayacağım, ancak şu kadarını söyleyeyim ki, Ak Parti düşmanlığının (karşıtlığı değil) kesin olarak bir psikolojik rahatsızlık olduğuna inanıyorum; bir partiye körü körüne tapıcılığın(taraftarlığın değil) da benzer bir tıbbi sorun olduğuna inandığım gibi. Oysa mesele çok basit. Kimse kusura bakmasın ama dünyanın değiştiğini ve bu yeni dünyada da Türkiye'nin değerli ve önemli bir statüye kavuştuğunu anlamamak için bir insanın ya yukarıda belirttiğim gibi takıntılı bir ruh halinden bizar olması ya da kalın kafalı olması lazımdır. "Rolleri tarih dağıtır" der Hegel. 21. yüzyılda Türkiye'ye tarihin biçtiği rol bir küresel oyuncu olması durumudur ve olay bundan ibarettir.
***
Pazar günü Hürriyet Gazetesi'ne göz atıyorum. 18. sayfasında Cansu Çamlıbel'in Münih'ten bildirdiği haberler var. İki haberi dikkat çekiciydi. Birinci haber şu: Münih Güvenlik Konferansı'nda konuşmacılar arasında bizim Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu'da var; bir süre önce büyükelçimizi alçak koltuğa oturtan İsrailli Danny Ayalon'da var. Ahmet Davutoğlu orada, "Ben bu adamın o kürsüden konuşmasını istemiyorum" diyor. Türkiye ağırlığındaki bir ülke böyle diyorsa böyledir. Nitekim konferans iki oturuma ayrılıyor ve Ayalon daha sonraki kısımda konuşmacı oluyor. Ayalon ikinci kısımda konuşurken Türkiye tarafından dışlanmışlığını hiçbir şekilde sorun dahi yapamıyor ama Suudi Arabistan'ı, "Sizin yüzünüzden oldu" diye suçluyor. Suudi Arabistan temsilcisi Turki El Faysal'dan da şu cevabı alıyor: "Bu duruma düşmenizin sebebi sizin Türk elçisine yönelik aptalca davranışınızdır." Buradan, o eski ezik günlerin geride kaldığı sonucunu çıkartmak acaba çok mu zorlama olur?
***
Yine Münih'ten bir haber. Konu İran'ın nükleer gücü meselesi. İran'a nükleer yakıt verilmesi karşılığında İran'ın zenginleştirdiği uranyumu yabancı bir ülkede depolaması konuşuluyor. Hem Avrupalılar hem de İran bu takas işleminde Türkiye'yi mutlak garantör olarak görmek istiyorlar. "Neden acaba?" diye sormak lüzumu var mıdır, bilmem. Türkiye hem tehlikeli bir şey emanet edilecek kadar güvenilir hem de o emaneti koruyacak kadar kudretli görülüyor, mesele budur.
***
Yine aynı gazetenin aynı sayfasındayız. Birkaç gün önce Sabah Gazetesi'nin en değerli gazetecilerinden Nur Batur, ABD Büyükelçisi James Jeffrey ile harika bir röportaj yaptı. ABD büyükelçisi o röportajda Türkiye'nin iç politikasına dönük bazı açıklamalar da yapmıştı. Aslında o açıklamaları öyle tepki çekecek cinsten açıklamalar da değildi. Dostane bir yaklaşımı vardı. Ama bizim Dışişlerimiz hemen yazılı uyarıyı dayadı.
"Türkiye'nin iç siyasetine ilişkin fikirlerinizi kendinize saklayın ve konuşmayın" mealinde şahsiyetli ve kesin bir uyarı. Onlarca yıldır politikayı izliyoruz ve şimdi kendimize soruyoruz: Ne vakit Türkiye böyle bir konuda ABD büyükelçisine sorumluluklarını yazılı olarak hatırlatmış acaba? Ne tuhaf, böyle tavırları içte de dışta da "Amerikan'ın kuklası!" olmakla suçlanan Ak Parti hükümeti sergiliyor.
Psikolojimizi sağlıklı tutmanın yolu Türkiye'mizin gücüne inanmaktır!
