Bazı hikayeler vardır; ilk kez bir kitabın sayfalarında tanışırsınız onlarla. Kapağını kapattığınızda bitmezler, aksine biraz daha büyürler. Zihninizde sesleri olur, yüzleri olur, hatta mekanları... Yıllar sonra birgün, bir fragman düşer önünüze. Tanıdık bir isim, tanıdık bir cümle. İşte o an, edebiyatla kurduğunuz kişisel bağ, ekranla yeniden sınanır. Kitaplardan ekrana uyarlanan diziler tam olarak böyle bir duygunun üzerine kurulur: merak, korku ve umut. Bir kuşağın hafızasında "Bay Mercedes", Stephen King'in daha karanlık, daha içe dönük döneminin simgelerinden biridir. Polisiye gibi başlar ama aslında suçtan çok insanın içindeki boşlukla ilgilenir. Dizi uyarlaması ilk açıklandığında birçok okur gibi biz de temkinliydik. Çünkü King'in satır aralarındaki o sessiz gerilim, ekrana taşınması en zor duygulardan biridir. Ama Bay Mercedes, acele etmeden, karakterlerine alan tanıyarak ilerledi. Belki kusursuz değildi ama kitabı okuyanlar için tanıdık bir ses yakalamayı başardı. En önemlisi, hikayeyi tüketilecek bir içeriğe dönüştürmeden, sindirerek anlattı.
TATLI BIR REKABET VARDI
Biraz daha geriye gittiğimizde, televizyon tarihinin en büyük kırılma anlarından biriyle karşılaşırız: "Game of Thrones" George R.R. Martin'in yıllar boyunca sabırla kurduğu dünya, ilk sezonuyla birlikte sadece fantastik edebiyat okurlarının değil, televizyon izleyicisinin de gündemine oturdu. O dönem, pazartesi sabahları sadece kahve değil, Westeros konuşulurdu. Kitabı okuyanlarla diziyi izleyenler arasında tatlı bir rekabet vardı; kim daha önce biliyordu, kim daha çok şaşırmıştı? Dizinin sonuna dair tartışmalar hala sürse de inkar edilemeyecek bir gerçek var: Game of Thrones, kitabın sayfalarından çıkıp kolektif bir hafızaya dönüştü. Bu tür uyarlamaların en sıcak tarafı da burada gizli. Çünkü sadece bir hikayeyi değil, bir zamanı da taşırlar. "The Leftovers", her ne kadar romanından daha özgür bir uyarlama olsa da Tom Perrotta'nın yarattığı o kayıp hissini ekranda bambaşka bir derinlikle anlattı. Diziyi izlerken, kitabı okuduğunuz günlere dönersiniz. Aynı cümleler yoktur belki ama aynı boşluk hissi oradadır. Ve bazen bu, birebir sadakatten çok daha değerlidir. Son yıllarda bu geleneği başarıyla sürdüren işlerden biri de "The Handmaid's Tale.
" ZAMANA KARSI GELİŞ"
Margaret Atwood'un yıllar önce yazdığı bir romanın, bugün bu kadar yakıcı ve güncel hissettirmesi tesadüf değil. Dizi, kitabın ruhuna sadık kalırken, onu bugünün dünyasıyla yeniden konuşturdu. İzlerken sadece bir distopya izlemezsiniz; aynı zamanda edebiyatın zamana karşı nasıl direnebildiğine de tanıklık edersiniz. Bir başka köşede, daha sakin ama bir o kadar etkili bir örnek durur: "Normal People." Sally Rooney'nin romanı, zaten başlı başına görsel bir anlatıydı. Dizi uyarlaması da bu sadeliği bozmadan, hatta güçlendirerek ekrana taşıdı. Ne büyük dramatik anlar vardı ne de yüksek sesli çatışmalar. Ama belki de bu yüzden, izleyen herkes kendinden bir parça buldu. Kitabı okuyanlar için tanıdık bir his, okumayanlar içinse sessiz bir keşifti.
BIR KAPI ARALANIR
Kitaptan diziye uyarlamalar, her zaman risklidir. Çünkü okurla hikaye arasında kurulan bağ son derece kişiseldir. Herkesin kafasındaki karakter farklıdır, herkesin sevdiği sahne başka. Ama iyi uyarlamalar, bu bireysel bağa saygı duyar. Hikayeyi yeniden anlatırken, onun neden sevildiğini unutmaz. Belki de bu yüzden, bu diziler bize sadece iyi hikayeler sunmaz; geçmişe küçük bir pencere de açar. Kitapçıdan aldığınız o kitabı, gecenin bir yarısı bitirdiğiniz günü hatırlarsınız. Ya da dizinin bir bölümünde, altı çizili bir cümlenin yankısını duyarsınız. İçinizi ısıtan şey tam olarak budur: Hikayenin hala orada olması. Bugün ekranlar hiç olmadığı kadar kalabalık. Yeni diziler, yeni uyarlamalar, yeni hikayeler... Ama bazıları var ki, sadece izlenmez; hatırlanır. Sayfadan ekrana uzanan bu yolculuklar, bize şunu fısıldar: İyi bir hikaye, anlatıldığı mecra değişse bile yaşamaya devam eder. Ve bazen, bir dizinin açılış jeneriği başladığında, aslında çok daha eski bir tanışıklığın kapısı aralanır.
