İtalya bana göre sadece bir ülke değil; bir ritim, bir dokunuş, bir yaşam felsefesidir. Sadece tarihi mimarisi, mutfağı ya da meydanlarıyla değil; hayatı yaşama biçimiyle de insanın iç dünyasına dokunuyor. Yolu Italya'ya düşenler iyi bilir. Orada zaman hep yavaş akar. İnsanlar bir yere yetişmektense birbirlerine varmayı önemserler. Londra ile taban tabana zıttır. Londra'da hissettiğim duygu, şehrin bitmek bilmeyen koşuşturmacasında, her adım bir varıştan çok bir yetişme çabasıydı sanki. Herkes bir yerlere ulaşmaya çalışıyor ama aslında kimse bir yere varmıyordu. Oysa İtalya'nın Arnavut kaldırımlarında atılan her adımın kendine özgü bir ritmi, bir müziği var...
YAŞANACAKLAR
Ve her şey aslında tek bir cümleye çıkıyor: Hayat uzun değil, ama her zaman güzel olabilir.
İtalya'da zaman saatle değil, anlarla ölçülür. Bu kulağa romantik bir fikir gibi gelebilir ama aslında kültürel olarak yaşanan bir gerçeklik. Sabahları o küçük ama şirin kafelerin önünden geçerken, espresso eşliğinde gazetelerini okuyan insanları görebilirsiniz. Kimisi yalnız, kimisi dostuyla... Ama hepsi yaşam telaşından uzakta. Çünkü orada "boş zaman" değil, yaşanacak zamanlar vardır. Ben bunu ilk kez Roma'da hissettim. Sabah erkenden sokaklara düşmüştüm. Klasik bir turist planı: üç müze, iki meydan, bir kahve. Derken bir kafede dínlenmeye karar vermistim ki, yan masadaki yaşlı bir çifte gözüm kaydı. Orada saatlerce sadece birbirlerine bakıp sustuklarına şahit oldum. Ne konuşma, ne telefon, ne hesap... Sadece o andalardı. Anı yaşamak bu olsa gerekti! Tam geçip gidecekken içimden bir şey "Dur!" dedi. Oturdum. Bir kahve daha söyledim. Yan masadaki amca bana dönüp sadece şunu söyledi:
"Piano piano." Yavaş yavaş...
Sanki sadece kahveyi değil, hayatı da yavaş içmem gerektiğini söylüyordu.
Ve sonra Floransa...
O şehirde sabah erken kalkmanın telaşını hiç yaşamadım. Penceremi açtığımda sokaktan gelen taze ekmek kokusuna ve uzaktan yükselen çello sesine kaptırır kalırdım kendimi. Hiçbir şey yapmadan sadece orada durup dinlerdim. O an fark ettim ki bazen gelişmek, kendimizi bir adım daha ileriye taşımak, hiçbir şey yapmadan da mümkün olabiliyor. Ve ben de gidişata ayak uydurdum. O gün tüm planları rafa kaldırıp sadece yürüdüm, Floransa sokaklarında... Her köşe bir davetti: begonvillerle örtülmüş balkonlar, dantel perdeler, bir fırının camına dizilmiş taze ekmekler, yaşlı bir kadının balkonundan sarkıttığı çamaşırlar, gençlerin kitap okurken giydiği özenli ayakkabılar... O kadar güzel kareler yakaladım ki, kameramın vizörü adeta bir sanat galerisine dönüştü. Estetik Floransa'da bir lüks değil, bir içgüdü. Bir tabak spagettinin yalnızca karın doyurmadığı; gözünüzü, ruhunuzu, hayatınızı da beslediği gibi; her köşe başında, her taşında, her nefesinde sanatın izlerini bulmak da o kadar olağan.
BİRER MELODİ
Ve sonra Venedik...
Suların arasında süzülen bir masal gibi. Yollar yok orada; yönler de birer melodi. Sabahın erken saatlerinde, kalabalık henüz uyanmadan yürümek istedim, attım kendimi sokağa. Sessiz sokaklarda yankılanan ayak seslerimi dinlerken bir gondolcunun tek başına, kimseye değil, sadece kendine şarkı söylediğini duydum.
Bir taş köprünün altında durmuş sadece suya bakarak mırıldanıyordu. O an bir kez daha fark ettim: huzur, dış dünyanın sessizliğinden çok, iç dünyamızın sakinliğinde mevcut.
Napoli'de deniz kenarında spagettisini yiyen yaşlı bir kadını anımsadım bir anda. Göz göze geldigimiz an enteresandı. Elinde plastik bir kap, denize karşı oturmuş tek başına yemeğini yiyordu. Gülümsedim, selam verdim. O sadece başını sallayıp şöyle dedi:
"Yalnız yemek değil bu güzel kızım, bak işte hayatla yemek."
Ne süs, ne gösteriş, ne hız... Sadece sadelik ve varoluşun sıcaklığı diye düşündüm.
GERÇEKÇİLİK
İtalya'da duygular bastırılmaz. İnsanlar kendilerini saklamaz gerçekten de. Bağıran çiftler, sarılan dostlar, sokakta dans eden yabancılar... Her şey gerçektir. Ve bu gerçeklik, insanı hafifletir. Çünkü orada insanlar kendilerini sürekli "düzeltmeye" çalışmıyor. Daha iyi, daha verimli, daha disiplinli olmak yerine, daha gerçek olmaya çalışıyorlar. Çünkü kendini geliştirmek, her zaman daha fazlasını yapmak değil; bazen hiçbir şey yapmadan kendini duyumsayabilmektir... İtalya'da geçirdiğim zaman bana şunu öğretti; kişisel gelişim dediğimiz şey, kitaplardan öğrenilen bir bilgi değil sadece. Asıl gelişim, kendinle baş başa kalabilmeyi becerebilmekle; bir sokakta yürürken, plan yapmadan bir vitrine bakabilmekle ilgilidir. Bir müzisyenle aynı ritimde durabilmek ve bir yabancının sessizliğine ortak olabilmektir... Büyümek, hep ileri gitmek değil bazen yerinde kalabilmektir... Koşmak değil, derinleşmektir.
Ve bazen en büyük dönüşüm bir kahveyi, bir yudum daha yavaş içmekle ilgilidir...
NAZİK OLMAK
Kendine iyi davranmak, kendini zorlamak değil; kendini anlamaktır. Kendine dönmek ama şefkatle dönmektir. Ve sonra kendi içinde, küçük ama sağlam bir hayat kurabilmektir. Çoğumuz bunu zor buluyoruz ve dürüst olmak gerekirse ben de öyle düşünüyorum. Zor olması, kendimize karşı nazik olmanın bencillik olduğu fikrinden, yani kendimizi ön planda tutmak anlamına geldiği düşüncesinden kaynaklanıyor. Ama başkaları yerine ya da en azından başkalarına yardım etmeden önce kendimize nazik davranmalıyız. Ve mesele şu ki, kendimize nazik davranmak herhangi bir sırayı -önce ya da sonra- gerektirmiyor. Sadece ve sadece kendimize ve dolayısıyla da başkalarına karşı nazik olmak anlamına geliyor. Hepsi bu kadar...
Çünkü hayat, doğrusal ilerleyen bir görev listesi değil. Anlamlı anların bir koleksiyonu... Ve koleksiyonun en kıymetli parçaları, çoğu zaman tam da durduğumuzda başlar.
Özetle İtalya tatilim bana şunu hatırlattı: Aslında hayatın küçük detaylarında gizli olan güzelliği, onun anlamını ve potansiyelini fark ederek anlamlandırabiliriz. Her anı bir sanat eseri gibi yaşayarak; tıpkı bir ressamın her fırça darbesini özenle attığı, bir bestecinin her notayı titizlikle seçtiği gibi... Hayatınızın her anını kendi eşsiz renklerinizle boyayıp tadını çıkarabildiğiniz bir hafta olsun.
