İzmir'in sabah ışığı çok şeyi gizler. Sanki güne başlarken her şey taze, herkes dinç, yepyeni bir başlangıçla açar gözlerini. Ama o ışığın altında bazen içimizin ne kadar yorgun olduğunu sadece biz biliriz. Sosyal yorgunluk derler ya, işte ben o kavramın içini doldura doldura yaşayanlardanım.
Bir dönem farkında bile değildim; kendimi "sosyalliği seven biri" olarak tanımlarken aslında derin bir içsel tükenmişliği sürüklüyormuşum yanımda.
Havacılık sektöründe çalıştım bir dönem. Aralıksız operasyonal yolcu yönetimi, sürekli kriz, tavizsiz norm bağlılığı, disiplin, hep tetikte olma durumu... Sonrasında uzun yıllar süren bir bankacılık kariyerim oldu. Yüksek baskı , yoğun tempo, sürekli stres, her daim iletişim, yine beklentiler, uzun sıralar, çözülmeyi bekleyen sorunlar... Herkesin bir şey istediği, enerjinin tek yönlü aktığı bir düzen. Ama asıl kırılmayı Londra'da yaşadım.
Sanırım bu duruma güzel bir örnek olabilir. Kendi medya planlama şirketimde farklı ülkelerden farklı kültürlerden müşterilerim vardı. Yabancılarla çalışmak beni neredeyse hiç yormuyordu. Çünkü onların iletişimleri nettir; bir sorunları varsa yazar, çözüm önerisini sorar, cevabını alır ve hayatlarına devam ederler. Ne yüzüme alınıp darılan olurdu, ne de "beni yanlış anladı mı" kaygısı taşırdım. Türk müşterilerimde ise işin içine bir duygusal alan girerdi. Aramaya geç dönsem gönül koyan, yazılı cevap versem "soğuk buldum" diyen, hatta işi değil benim tavrını sorgulayan çok olurdu. Sanki hizmetle birlikte duygusal bakım da vermem gerekiyordu gibi düşünürdüm.
Bu, görünmez ama çok ağır bir yük inanın!
FARKLILIKLAR
Benzer bir farkı özel hayatımda da deneyimledim.
Yabancı biriyle ilişkimde bir hafiflik, rahatlık hakimdi.
Sessiz kalmak bir tehdit değil, ihtiyaç olarak görülürdü. "Bugün yalnız kalmak istiyorum" demek bir kabalık sayılmazdı.
Ama bir Türk ile yaşadığım ilişkide, sessizlik hemen bir sorunun habercisi gibi algılanırdı. "Neden sustun?", "Bana mı kızdın?", "Bir şey mi yaptım?" gibi sorularla, dinlenmek istediğim anlarda bile açıklama yapmaya zorlanırdım.
Sessizlik lüks değil, suçluluk sebebi olurdu adeta. Aynı şey arkadaşlık ilişkilerimde de geçerliydi. Yabancı arkadaşlarım "Şu an meşgulüm ama sonra mutlaka döneceğim" mesajımı anlayışla karşılar, geri dönüşü beklemeden hayatlarına devam ederdi.
Bilirlerdi ki işim bittiğinde zaten ararım. Türk arkadaşlarımda ise bu basit bir mesajdan kocaman bir mesele çıkabilirdi:
"Beni mi önemsemiyorsun?", "Eskisi gibi değilsin", "Galiba senden uzaklaştım..." Duygular bu kadar kolay kişiselleşince, ilişkilerde nefes alacak alan kalmıyor bana göre. Bir zaman sonra kendinizi sadece dinlemiyor, sürekli gönül alıyor halde buluyosunuz çünkü...
SÜREKLI TETİKTE
Zamanla şunu fark ettim:
İnsanı yoran şey aslında sadece yoğunluk değil, sürekli tetikte olmak. Bir mesaj yanlış anlaşılır mı? Bir sessizlik kırgınlık yaratır mı? Söylediğim bir şey üzerine alınan olur mu?
Bu zihinsel tetikte kalma yada panik hâli, gerçek anlamda sosyal enerjimi emiyor , yavaş yavaş hepsini tüketiyordu.
Zaman içinde farkındalığım geliştikçe sosyal bataryamın neden bu kadar hızlı tükendiğini daha iyi anladım. Bu biraz bizim kültürümüzle de ilgili.
Sadece bireysel deneyimlerden ziyade, kültürel kodlarımızla da şekilleniyor. Bizde sosyal enerjiyi tüketen , "sosyal pili bitiren" durumlar çok daha fazla. Mesela toplumumuzda aile ve akraba bağları çok güçlü. Bu durum, sürekli ziyaret, özel günlerde bir araya gelme ve destek olma gibi beklentileri beraberinde getiriyor. Bazen bu ziyaretler kişinin dinlenmeye veya yalnız kalmaya ihtiyacı olduğu anlarda bile "mecburiyet" hissedilerek yapılıyor , özetle ek bir sosyal yük olabiliyor. Ya da Türk misafirperverliği dünyaca bilinir mesela, ancak bu aynı zamanda ev sahibine büyük bir sorumluluk da yükler.
Misafir ağırlarken her şeyin dört dörtlük olması kültürel bir beklenti ve zamanla ciddi bir fiziksel ve zihinsel enerji harcanmasına neden olabiliyor.
Ya da , toplumumuzda sosyal çevredeki kişilerin hayatları hakkında konuşma ve bazen yargılama da çok yaygın bir alışkanlık. Özellikle kadınlar arasında yaygın olan "gıybet" veya genel olarak başkalarının hayatlarıyla ilgili yorum yapma durumu, hem sohbete katılanın hem de hakkında konuşulanın enerjisini tüketebiliyor.
Son olarak da Türk insanı genellikle duygularını yoğun yaşıyor ve sürekli bir empati kurma eğiliminde. Bu, bir taraftan güzel bir özellik olsa da bir süre sonra kişiyi duygusal olarak yorabiliyor "sosyal pilini" şarj edecek zaman ve enerjiyi ne yazık ki bulamıyor.
SARJ OLMAK
Şimdilerde kendime yeni refleksler geliştirdim. Aramaları hemen açmıyorum. Bazen sadece bir "şu an uygun değilim ama sonra yazacağım" mesajı atmak bile büyük bir konfor sağlıyor, inanın. En yakınlarıma bile "bugün sessiz kalmak istiyorum" diyebilmek, içsel huzurumu korumam için hayati önem arzediyor. Artık kendi sınırlarımı daha net çizebiliyorum.
Peki nasıl şarj oluyorum?
Sessizlik hâlâ ilk sırada. Bir de doğa. Güzel Foça'mın sokaklarında sabah yürüyüşleri.
Yalnızca kendimle bir kafede oturmak. İnsanlarla değil, anlarla baş başa kalmak. Kitap okumak, hiçbir şey yapmadan öylece kalabilmek. Yazı yazmak.
En sevdiğim hobim olan fotoğrafçılık. Özetle, kendime ait zamanlar yaratmak. Hayatın koşturmacasında özlediğim şeylerdi bunlar; şimdi yeniden inşa ediyorum.
Ve sosyal bataryam bitince, artık kendimi suçlamıyorum.
Bu bir zayıflık değil. Aksine, bir farkındalık. Sosyal enerjimizin sınırlı olduğunu kabul etmek, bu çağda güçlü olmanın başka bir tanımı.
Tıpkı telefonlarımız gibi biz de şarj edilebilmeliyiz. Ama priz yerine yalnızlığa, sakinliğe, sessizliğe ihtiyacımız var.
Eğer bu yazıyı okurken "ben de böyle hissediyorum" diyorsanız, yalnız değilsiniz.
O his, bir arıza değil. Aksine, artık kendi iç sesinizi duymaya başladığınızı gösteren bir işaret. Ve bence bu, en kıymetli başlangıçlardan biri.
Kendi sınırlarını tanımak, hayır demeyi öğrenmek ve dinlenmeyi hak görmek... Bunlar hayatımızı kolaylaştıran değil, derinleştiren beceriler. Ve bu sadece benim değil, birçoğumuzun hikâyesi...
