Hala dün gibi hatırlıyorum. Kapıyı çarptı. Ancak giderken ardında bıraktığı sadece bir yankı değil; havada asılı kalan o duyguydu... O an odanın içindeki her şey, bir saniyeliğine nefes almayı bırakmış gibiydi. Koltuk, masanın üzerindeki dağınık eşyalar, hatta pencerelerden süzülen soluk akşam güneşi bile donup kalmıştı. Sanki zamanın kendisi bile bu ani kopuş için saygı duruşuna geçmisti. Odanın içinde yankılanan sessizlik, kapının çarpma sesinden çok daha gürültülüydü aslında. Her bir köşede, her bir eşyada o son anın buruk tadı asılı kalmıştı. Söylenen her cümle, söylenmeyen her duygu gibi... Saatlerce duvara bakıp, zihnimde o anı tekrar tekrar canlandırdım, belki bir ipucu bulurum diye. Her detayda, kaçırılan bir anlam, gözden kaçan bir işaret aradım; oysa tek bulduğum, bitmişliğin acı veren soğukluğu oldu. Bu sessizlikte, yalnızca kendi kalp atışlarımın ve pişmanlıklarımın sesi duyuluyordu. Belki yarım kalmış bir cümle, belki duyulmamış bir his... Peki sizin deneyimledikleriniz... Sinirlenince neye dönüşüyoruz sizce? Bağıran bir yetişkine mi? Küserek, yoklukla cezalandırılan bir çocuğa mı? Yoksa "anlatmaya çalıştıkça daha çok uzaklaşıyoruz" hissiyle içimize kapanan birine mi?
SİNİRLENMEK
Sinirlenince neden kaçmak istiyoruz ordan? Neden tam asıl anlatılması, konuşulması gereken yerde susuyor, tam kalınması gereken yerde çekiyoruz kapıyı? Her şey yolundayken, birini severken; kim olduğumuzu bilmek, kendimizi anlamak kolaydır. Sevgi dolu, şefkatli, anlayışlı bizi! Ama ya sinirlendiğimizde? Bence asıl kim olduğumuzu işte o zaman görürüz. Çünkü öfke, kalbimizin en çıplak halidir. En süzülmemiş, en filtresiz duygumuz! Sinirlenince savaşmak kolaydır. Anlatmak zor. Kalmaksa hep daha da zor. Öfkeyle başa çıkma biçimimi yıllar içinde oldukça iyi anladım. Genellikle tartışma anında iletişimi kesip kendime zaman tanırım, sonra sakinleşince durumu açıklarım. Bu benim için bir nevi "duygusal mola" alma hali. Doğrusu yanlışı bir yana, bu yöntemin benim için çalıştığını kabul ettim. Çünkü biliyorum ki, bu davranışın altında her zaman mantıklı bir sebep yatıyor. Şu anki ilişkim de ilk başlarda böyle değildi tabii. Hatırlıyorum, sinirli olduğumuz zamanlar da saatlerce birbirimize bağırıp, karşılıklı incitiyorduk. Sonrasında ise her ikimiz de sayfalar dolusu mesajlar atarak kendimizi ifade etme yoluna gidiyorduk. Ve bu çok yorucuydu, aynı zamanda çok inciticiydi. Tecrübeyle sabit ki, stres seviyem zirveye çıktığında fiziksel olarak etkileniyorum; baş ağrıları, mide rahatsızlıkları gibi. Böyle bir anda mantıklı ve yapıcı bir tartışma sürdürmek neredeyse imkansız hale geliyor. Karşı tarafa "Şimdi gitmem gerek, yarın konuşuruz" demek kolay değil, hatta çoğu zaman yanlış anlaşılıyor. Benim bu geri çekilmem aslında, çatışmayı dahada büyütmem ve anlamsız tartışmalardan kaçınma isteğimle ilgili. Aslında bu, çözüm yolu ararken kendiliğinden gelişen bir yöntem oldu. Ne yazık ki bu durum, karşı tarafın gözünde kaçış, umursamazlık ya da sorunu çözmekten imtina etme olarak algılanabiliyor. Ve evet, bu da ilişkilerde gerilimi arttırıyor. Sanırım bu, birlikte olduğumuz insanın kişiliğine ve bizi ne kadar tetiklediğine de bağlı. Özellikle adaletsiz hissettiğim durumlarda, geçmişte verdiğim tepkiler inanılmaz hırçın ve kötüydü. Ancak zaman ve deneyimler insanı gerçekten değiştiriyor. Bu döngüyü kırmak için kendi adıma bir çözüm geliştirdim: kendi ihtiyaçlarımı ve neden böyle davrandığımı daha açık ve dürüst bir şekilde ifade etmek. Örneğin, "Şu an çok gerginim ve mantıklı düşünemiyorum. Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var, sonra bu konuyu daha sakin konuşabiliriz," demek gibi. Ama elbette, bu da karşı tarafın empati ve anlayışına bağlı.
Kişisel gelişim yolculuğumda öğrendiğim en önemli şeylerden biri, kendi sınırlarımı tanımak ve bu sınırları karşımdakine açıkça ifade edebilmek.
Öfke anında geri çekilmek benim için bir zayıflık değil, aksine kendime ve ilişkiye verdiğim değerin bir göstergesi. Çünkü ancak sakinleştiğimde gerçek bir çözüm bulmaya odaklanabiliyorum. Sanırım önemli olan, kendimizi tanımak, davranışlarımızın altındaki sebepleri anlamak ve bunları karşımızdakiyle şeffafça paylaşmanın yollarını bulmak.
Psikolojide öfke "ikincil duygu" olarak tanımlanır. Yani, psikologlara göre öfkenin altında genellikle başka bir duygu yatar. İncinme, korku, aşağılanma, terk edilme gibi...
Dr. Marshall Rosenberg'e göre, öfke bir duygudan çok, karşılanmamış bir ihtiyacı ifade ediyor. Yani aslında: "Beni dinlemiyorsun" dediğimizde kastettiğimiz "Duyulmaya ihtiyacım var." "Sen hep böylesin" dediğimizde arkasında "Anlaşılmak istiyorum." anlamı yatar. Ama biz bu ihtiyaçları dürüstçe söylemek yerine suçlamayı seçiyoruz. Çünkü daha kolay ve daha güvende hissediyoruz. Örneğin düşünün ki; sevgiliniz ya da eşiniz mesajınıza anında dönmedi. O an hissettiklerimiz; Bazılarımız öfke: "Umursamıyor beni." Kimimiz suskunluk: "Boşuna anlatma, zaten anlamıyor." Bazılarımız kendini uzun uzun ifade edip uzun mesajlar atar ama içten içe kırgındır. Oysa asıl duygu, sadece önemsenme ihtiyacı. Ama bunu söylemek, kabullenmek cesaret istiyor. Çünkü kendi kırılganlığımızla yüzleşmek çoğu zaman gerçekten zor! Azıcık daha derinine gidersek; önemli olan, çoğu zaman eşimize ya da partnerimize verdiğimiz tepkilerin, onların davranışlarından çok, kendi geçmişimizle ilgili olduğunun farkına varabilmektir, bence. Bağırdığımız anlar, aslında sesimizin duyulmadığı çocukluk anılarımızın yankısı ya da ilişkilerimizdeki duygusal tepkiler, bazen çocuklukta geliştirdiğimiz bağlanma biçimleri ile ilgili de olabiliyor. Mesela sürekli kaçan bir partner, bizde terk edilme korkusunu tetikleyebiliyor.
ELEŞTİRİ
Eleştiren bir partner, yetersizlik duygumuzu uyandırıyor. Ve biz; geçmişin hayaletleriyle bugünün ilişkisini anlamaya çalışıyoruz, aynı zamanda... Aslında kişisel gelişim, "pozitif düşün" pozitif olsun reçetelerinden çok daha derin bir süreç. Gerçek kişisel büyüme, kendi karanlık bölgelerimize dürüstçe bakabildiğimizde başlıyor. Bu da deneyimlerimle sabit! Öz farkındalık, öz şefkatle birleştiğinde değişim mümkündür. Sinirlendiğimizde kendimize sorabileceğimiz üç önemli soru var; "Şu an neye ihtiyacım var?" "Bu tepkinin altında hangi duygu var?" "Bu durumu geçmişte neye benzetiyorum?" Bu sorular, bizi sadece birlikte olduğumuz ile ilgili değil, kendimizle de temasa geçirmekte. Çünkü iyi bir ilişki, iki mükemmel insanın değil; kendi yaralarının farkında olan, öfke anında bile nezaketi seçebilen iki insanın ilişkisidir. Sinirlenince kim olduğumuzu fark etmek, sadece ilişkimize değil, kişisel gelişimimize de ayna tutar. Ve belki de gerçek olgunluk, o aynadan kaçmadığımızda başlar. Unutmayalım ki ilişkiler, kazanılması gereken tartışmalar değil; korunması gereken bağlardır. Ve bu bağlar, kriz anlarında verdiğimiz tepkilerle ya derinleşir ya da yavaş yavaş çözülür.
