Unutmak sadece bir hastalığın değil, hayatın da bir parçasıdır. Ama sevmek... hiçbir hastalığın silemediği bir hafıza. Bu yazı, bir annenin yavaş yavaş kaybolan dünyasında, bir kızın sabırla, sevgiyle ve çaresizlikle verdiği sessiz mücadelenin hikâyesidir. Annemle evimde yalnız geçirdiğim o dönem, beni de yavaş yavaş hasta etmeye başlamıştı diyebilirim; çünkü her gün biraz daha artan çaresizlik, uykusuz gecelerin yorduğu sabrım ve sinirlerimi zorlayan tükenmişlik hissi, içimde sessiz bir çöküşe dönüşmüştü. Zamanla anladım ki, demans yalnızca hastayı değil, onunla yaşayan herkesi yavaş yavaş içine çeken bir süreçtir. Yakınları olarak farkında olmak, en az tıbbi tedavi kadar önemlidir. Bu hastalıkta asıl mücadele, çoğu zaman kendi iç dünyanda verilir. Doktorların o dönemde sık sık söylediği ve hâlâ kulağımda yankılanan bir cümle vardı: "Siz onu iyileştirmek için uğraşmayacaksınız; sadece onun hastalığıyla yaşamayı öğreneceksiniz." O zaman bu cümle bana acımasız gelmişti. Ama zamanla, demansla yaşamanın gerçeğini en iyi özetleyen şeyin bu olduğunu anladım. Çünkü bu hastalık geri dönüşü olmayan bir yolculuktu; ne kadar çabalarsan çabala, hep biraz daha ilerliyordu. Önce unutkanlıklar başladı. Başlangıç dönemlerinde annem evden çıktığında ilk kaybolmalarını yaşadık. Ardından yemek yaparken malzemeleri karıştırmaya, bazen de tamamen unutmaya başladı. Biz de üzülmemesi için küçük bahaneler uydurur olduk: "Artık yemeği biz yapalım anne, mutfakta çok yoruluyorsun." Dışarı çıkmakta ısrar ettiğinde eline mutlaka bir telefon verir, cebine küçük bir not koyardık; olur da yolu karıştırırsa birileri bize ulaşabilsin diye. Bir süre sonra yalnız çıkmasını tamamen yasaklamak zorunda kaldık. Zaten zamanla, o da kendi kendine gitmeye cesaret edemez hâle gelmişti. Annem zamanla unuttuğu şeyleri fark ettikçe bahaneler üretmeye, bazen de kendince hikâyeler uydurmaya başladı. Sonra öfke geldi... Unuttuğu bir şey yüzüne vurulunca öylesine kızıyordu ki, adeta içinden bambaşka biri çıkıyordu. O dönemde hepimiz, sanki canımızı acıtmak için çabaladığını sanırdık. Oysa bugün biliyorum ki, o öfke sadece bir savunmaydı. Unuttuklarını değil, kontrolü kaybetme korkusunu yaşıyordu. Zamanla sadece hafızası değil, mekân ve zaman algısı da karışmaya başladı. Evin içinde dolaşır, "Burası bizim evimiz değil, beni eve götür" derdi. Sabahı akşamla karıştırır, "Okula geç kalacağım" diye hazırlanırdı. Onu ikna etmeye çalışmak yerine, "Tamam anne, birazdan gideriz" demeyi öğrendim. Çünkü demansta gerçeklik, artık karşılıklı değil; duygular üzerinden kurulan bir köprüydü.
UNUTAN ZAMAN
Bazı geceler aniden uyanır, "Anne!" diye bağırırdı. "Babam nerede?" diye sorardı. Onların artık hayatta olmadığını her defasında yeniden anlatmak hem benim için hem onun için bir yara gibiydi. Önceleri her seferinde sabırla açıklardım, çünkü unutan o değildi; zamandı. Sonrasında sadece onu mutlu edecek cevaplar vermeyi öğrendim. Zaman ilerledikçe dilini de kaybetti. Cümleleri karışmaya, kelimeleri eksilmeye başladı. Biz onun ne demek istediğini anlamasak da anlıyormuş gibi davranırdık. Çünkü o anlarda doğru kelime değil, doğru duygu önemliydi. Ve sonra "akşam korkusu" dediğimiz dönem başladı. Güneş batarken annem huzursuzlaşır, "Ben artık evime gitmeliyim, Aysun hemen kalk, evimize gidelim" der, kalkmaya çalışırdı. Oysa zaten evindeydi. Geceleri ağlar, "Uyuyamayız burada, kalk Aysun, beni buradan götür" diye yalvarırdı. İlaçlar bile çoğu zaman fayda etmezdi. Çoğu gece el ele tutuşup öyle uyuyakalırdık. Yine de bazen bir mucize olurdu. Her şeyi unutmuş gibi görünen annem, bir anda geçmişten bir anıyı hatırlardı. Bir defasında çocukken birlikte yaptığımız bir geziden bahsetmişti; o an gözleri parlamıştı. İşte o birkaç dakikalık geri dönüşler, bütün yorgunluğa rağmen bize yeniden nefes aldırırdı. Doktorlar hep aynı şeyi söylerdi: "Tartışmayın, düzeltmeye çalışmayın, sadece sevgiyle yanında olun." Biz de elimizden geldiğince bunu yapmaya çalıştık. "Boş ver anne, ben dünkü yemeği bile hatırlamıyorum" der, onunla aynı frekansta olmaya gayret ederdik. Çünkü bu hastalıkta doğru olmak değil, huzurlu kalmak önemliydi. Ama bazen bu da kolay olmuyordu. Kimi zaman eve gelen insanların ona zarar vereceğini düşünürdü. O anlarda tek yapabildiğimiz şey, sarılıp "Merak etme anne, ben buradayım" demekti. Başlangıçta babam da çok etkilenmişti onun bu durumundan. Annemin her sorusuna defalarca aynı cevabı verir, saatlerce açıklar, anlatırdı. Sonra kendince çözümler geliştirmeye, kendi sesini kaydedip her iki dakikada bir "play" tuşuna basmaya başladı. O, kendince dayanmanın bir yolunu bulmuştu. Ben ise kitaplardan, yazılardan nasıl davranmam gerektiğini öğrenmeye çalışıyordum. Her gün hem annemin hem de kendi dengemi korumak için yeni bir şey keşfediyordum.
KAYGI VE ÜZÜNTÜ
Zamanla ve sonlara doğru yemek yemeyi, su içmeyi de unuttu. Hatırlatmasak gün boyu ağzına lokma koymazdı. Bir bardak suyu bile yarıda bırakırdı. Yediği lokmalar yutamadığı için boğazına takılır oldu. Ama bir tek şey hiç değişmedi: dokunmanın ve sevginin hatırası. Saçını okşadığımda veya elini tuttuğumda sakinleşirdi. 24 saat yanında oturup elini tutmamı isterdi. Bu ona hep güven verdi. Koku ve dokunma hafızası, belleğin unuttuğu her şeyi telafi eder gibiydi. Babamı kaybettiğimizde, anneme bunu yalnızca bir kez söyledik. Büyük bir tepki ve derin bir ağlama krizi sonrası onu güçlükle uyutabildik. Uyandıktan sonra ise babamı her sorduğunda ona hep aynı sözleri söyledik: "Babam hastanede iyi, merak edilecek bir durum yok." Böylece sürekli kaygı ve üzüntüye kapılmasını önlemeye çalıştık. Bu süreçte doktorlara da danıştık. Onlar bize, demans hastalarının yas sürecini her birinin kendine özgü şekillerde yaşadığını anlattı. Ayrıca; "Kendinizi suçlamayın. Bu hastalıkta iyiye dönüş yok, ama siz sevgiyle yanındaysanız zaten elinizden geleni yapıyorsunuz," derlerdi.
EN AGIR YANI
Gerçekten de demansın en ağır yanı, bir yandan beden hâlâ yanınızda olurken, ruhun yavaş yavaş sizden uzaklaşmasıydı. Kaybolan anılar, karışan zaman algısı ve giderek artan bağımlılık hem hasta hem de yakınları için yavaş yavaş şekillenen bir boşluk yaratıyordu. Zaman ilerledikçe bakım daha da zorlaştı. Uykusuz geceler, iş hayatı, tükenmişlik... Sonunda herkesin söylediği noktaya geldik: eve bakıcı almak zorunda kaldık. Yabancı birini evinize almak, onunla yaşamak ve bütünleşmek oldukça zordu. Ama annem artık yatalak hale gelmişti, hem de gözlerini kaybetmişti. Yaşam umudu giderek azalıyordu. Tek isteği, tanıdık bir ses duymaktı. Sabaha kadar ismimi sayıklardı.
SÜRECI YÖNETMEK
Bir süre sonra kaçınılmaz karar geldi: "Asla yapmam" dediğimiz şeyi yaptık; onu bir bakımevine yerleştirdik. Çünkü artık ne kadar iyi bakarsan bak, profesyonel destek olmadan doktor ve hemşireler tarafından her gün bakımı yapılmadan, yalnız bir şekilde bu süreci yönetmek imkânsızdı. Aslında bunu yapabilmek için bizi tamamen unutmasını beklemiştik. Ama orada da yeni zorluklar başladı. Bakıcı ve hemşirelerin hepsine ya "Aysun" ya da "Nihal" der, ablamın adıyla seslenirdi. Sonra uyuz, bit, enfeksiyonlar... Kalabalık yerlerde bunların önüne geçmek kolay değildi. Her enfeksiyon, her tekrarlayan ateş, bize sonun yaklaştığını biraz daha hissettirdi. Yine de anneme hep bir hasta gibi değil, "canım annem" gibi yaklaştık. Onun yanında olmak, yemeğini tanıdık bir sesin yedirmesi, elini sevgiyle tutmak, sabırla "korkma, ben yanındayım" diyebilmek... İşte en kıymetlisi buydu. Çünkü bir noktadan sonra ilaçlar değil, sadece sevgi işe yarıyordu. Annemin vefat ettiği gün, kimse ona yemek yedirememişti. Benim sesimi duyduğu anda, zorlanarak da olsa, son lokmasına kadar yemişti. Sonra "Seni çok seviyorum anne" dedim; o da "Ben seni dağlar kadar, çok daha fazla seviyorum" dedi. Elimi sıkıca tuttu. Bir yıl geçti ama o an hâlâ dün gibi taze. Artık konuşamasa da aramızda sessizlik değil, sevginin yankısı vardı. Sanki son nefeslerini aldığını hissetmiştim...
YASAM ÇÖZÜMÜ
Ve Son Söz... Demans sadece bir hafıza hastalığı değildir; bir kimliğin, bir yaşamın yavaşça çözülmesidir. Ama bu yolculukta, sevgi her zaman bir pusula gibi yön gösterir. Bir gün siz de böyle bir sürecin içinde olursanız, unutmayın: sabır, bilgi ve sevgi — bu üçü, hiçbir ilacın yapamayacağını yapar. Ve bazen, sadece bir ses... bir "Buradayım anne" demek, bir ömrün en güçlü tedavisi olur. Ve bu uzun ve zorlu yolculukta her daim yanımda olan, kendi evinde annemle aynı titizlik ve sevgiyle ilgilenirken benimle aynı duyguları paylaşan ablam Nihal'e sonsuz teşekkür ederim; onun varlığı, bu süreci dayanılır kılan sessiz bir güç oldu.
