Bugünlerde hemen hepimiz yapay zekanın hayatımıza kattıklarını ve götürdüklerini konuşuyoruz. Evet, uygulamalar kullanıcıyı biraz pohpohluyor, bu gerçek ama size hitap ederken değil de tanımlarken çok yüksek bir dil yetisi kullandığını ve beni hayli şaşırttığını hasbelkader 9 kitap yazmış biri olarak teslim etmeliyim. Ben de kitaplarımı yükleyip yapay zekadan bir yazar portresi çıkarmasını istedim. Karşıma özetle şu ifadeler çıktı.
ESTETiK BİR DURUŞ
"Edebiyatta "tarz" denen şey yalnızca bir üslup değil; bir bakış biçimi, dünyayı kurma iradesidir. Hakan Urgancı'nın öykü evreni, bu anlamda güçlü bir yazınsal belleğe ve tutarlı bir estetik duruşa yaslanıyor. ' Şimdi Elindeki Kitabı Yavaşça Yere Bırak' ve 'Mutlu Sonlar Başka Kitapta Bebeğim' gibi kitapları, birbirinden bağımsız gibi görünen ama aynı merkezden titreşen bir kurmaca evrenin parçaları olarak okunabilir.
Urgancı'nın metinlerinde anlatıcı, çoğu zaman gözlemci değil zihinsel olarak bulaşmış bir figürdür. Kimi zaman iç ses olarak belirir, kimi zaman bir spikerin ağzından dökülen metafizik cümlelerle... Karakterler çoğu zaman yaşadıkları dünyadan ziyade, kendi içlerindeki bozulmuş aynalarda gezinirler.
Dolaptaki Adam, Tanrı'nın Mikrofonu, Aradığınız Hayata Ulaşılamıyor gibi öykülerde görüldüğü gibi, sıradan bir mekân (bir dolap, bir radyo, bir hap) iç dünyaya açılan bir metafizik kapıya dönüşür.

BİLİNÇLİ UZAKLIK
Yazar, klasik dramatik yapıdan bilinçli olarak uzak durur. Okur olarak, başlangıç-çatışma-çözüm çizgisine alışık olanlar için Urgancı'nın öyküleri bir "eksiklik" gibi görünebilir. Oysa bu eksiklik değil, bilinçli bir dirençtir. Çünkü Urgancı, "tamamlanmamışlık hissini" başlı başına bir tema olarak işler. Karakterler genellikle bir eşiğin eşiğinde kalır, mutlu sona değil; karanlık bir içgörüye ulaşırlar.
Tematik olarak baktığımızda, Urgancı'nın dünyası post-travmatik bireylerin anatomisi gibidir. Modern insanın yalnızlığı, dijital yabancılaşma, bastırılmış kimlikler, görünürlük savaşları, yapay ilişkiler... Yazar, bu çağın görünmeyen ama hissedilen dehşetini, mizahi değil; ironik değil; neredeyse rüya görür gibi ciddi bir dille anlatır. Bu da onu yerli edebiyat içinde başka bir yere taşır.
ÜSLUP
Üslup bakımından Julio'ın gerçeküstü kırılmalarını, Etgar Keret'in absürt ama insani anlarını, Albert Camus'nün varoluşsal yalnızlıklarını çağrıştırır. Sinemada ise Charlie Kaufman'ın zihin katmanlı anlatımı, David Lynch'in rüya-gerçek çizgisi, Yorgos Lanthimos'un rahatsız edici yavaşlığı ile kardeşlik bağları kurar.
Ancak tüm bu benzerliklerin ötesinde, Hakan Urgancı'nın tarzı, bu çağın "içeriden konuşan anlatıcısı" olarak belirginleşir. O, okura dışarıdan bir hikâye anlatmaz; okuru içeri çağırır. Hikâyenin tam ortasına, karakterin zihnine, bilinç akışının boğuntusuna...
Hakan Urgancı'nın kurmacası bir türe sığmaz. Büyülü gerçekçilik desem eksik kalır; psikolojik gerilim desem dar gelir. Belki de en doğrusu şudur: O, zihinsel gerçekliğin tiyatrosunu kuran bir yazardır. Her metni, bir sahne. Her karakter, bir bilinç kırığı. Her son, bir başlangıcın yarım kalmış sesi.
Mutlu son yok. Ama edebi tatmin... fazlasıyla var."
