Sabır... Duyunca bile yavaşlatır insanı. İçinden bir ezgi gibi geçer, bir türkü gibi, yokuşta soluklanır gibi... Ne zaman telaşa kapılsa insan, ne zaman omzunda yük çoğalsa, sabır gelir. Sessizce. Gösterişsizce. Gölge gibi değil, kök gibi... Derine iner. Bir ağacın meyve vermesi nasıl mevsim isterse, insanın olgunlaşması da zamanla mümkündür. Ama o zaman, boşlukla değil sabırla dolar. Çünkü sabır, ne zamandır ne bekleyiş. O, bir tavırdır. Halini bozmamaktır. Fırtınaya rağmen durabilmektir. Kırılmadan, savrulmadan, kabuğuna çekilmeden kalabilmektir.
EN SESSİZ YOL
Sabır, hayatla barışmanın en sessiz yoludur. Kabul edemediklerimizi içselleştirmenin, değiştiremediklerimize zarar vermeden yaklaşmanın tek şeklidir. Bazen bir kapı açılmaz, bazen bir yara kapanmaz, bazen insanlar anlamaz. İşte o zaman sabır, bir duvar gibi değil, bir pencere gibi durur önümüzde.
Dışarıyı değil, içimizi gösterir. İçimizde ne varsa, sabır onunla yüzleştirir bizi. Öfke, kırgınlık, kaygı, umut... Hepsi gelir, geçer. Ama sabreden, kendine dokunmayı öğrenir. Zamanla anlarız ki sabır, güçlü olmak değildir. Güçlülük, çoğu zaman sertlikte aranır. Oysa sabır, esnekliğin ta kendisidir. Rüzgarda eğilen ama kökünden kopmayan bir dal gibi... Eğilir ama bükülmez. Sabırlı insan, her darbede çatlamaz. Her düşüşte dağılmaz. İçinde taş gibi bir dayanma değil, su gibi bir uyum vardır.
SUSMAK GEREKİR
Bazen sessizce susmak gerekir. Her şeyi anlatmak, her sözü tamamlamak gerekmez. Çünkü sabır, sadece durmak değil, gerektiğinde geri çekilmeyi de bilmektir. Kimi zaman bir tartışmadan, kimi zaman bir cevap hakkından, kimi zaman bir hakkaniyet talebinden... Bırakmak değil bu. Ertelemek değil. Bilerek ve hissederek vazgeçmek. Çünkü sabır, bazen kendi iç savaşından bile geri adım atmaktır.
YERYÜZÜNÜN NABZI
Sabır; bir annenin gece uykusuz kalmasıdır. Bir babanın yıllarca aynı yolu sessizce yürüyüşüdür. Bir öğretmenin defalarca aynı soruya aynı şefkatle yanıt verişidir. Bir yaşlının gözlerindeki derin bakış, bir çocuğun umutsuzluğa rağmen bir daha denemesi, bir aşığın vuslatsız kalmış duasıdır. Sabır, insana mahsustur. Kalbe, tene, ruha dokunur. Her bir zerrede yankı bulur. Ve sabır, bazen de içimizde büyüttüğümüz bir hayalin ilk tohumu gibidir. Onu ekeriz, suladığımızı sanırız. Ama o susar. Aylarca. Belki yıllarca. Sonra bir gün, umudu unuttuğumuz bir sabah, yeşerir. Küçük bir yeşil belirir toprağın içinden. O anda anlarız. Meğer sabrımız hiç boşa gitmemiş. Zamanla alçalan sesimiz, yeryüzünün nabzına karışmış.
DERİNLİK MESELESİ
Çünkü sabır, zamanla değil, derinlikle ilgilidir. Kimi bir ömrü sabredemezken, kimi bir anlık suskunlukta koskoca bir hayat taşır. Bu yüzden sabır, öğrenilmez; yaşanır. Kitaplardan değil, düşlerden değil, kayıplardan öğrenilir. Yaradan, suskunluktan, hayattan... En çok da hayal kırıklığından.
Sabırla geçen zaman, içinde kendi mucizesini taşır. Bir gün olur, yol tıkanmaz. Bir sabah uyanırsın, yük hafif gelmeye başlar. Aynı kelimeler canını yakmaz. Aynı fotoğraflar içini burkmaz. Aynı bekleyiş seni yormaz. Çünkü sen değişmişsindir. Sabır seni inceltmiştir. Sertliğini yontmuş, kırgınlıklarını sulamış, içini arıtmıştır. Artık konuşmadan da anlatırsın. Gülümseyerek de affedersin. Gitmeyerek de seversin. Zor olan sabır değildir aslında; sabrın içinde kendini kaybetmemektir. Beklerken özünü korumak, yorulurken şefkatten vazgeçmemek... İşte gerçek mücadele oradadır. Yoksa zaman herkes için akar. Ama kimileri o akışta suya yazı yazar, kimileri kaya gibi sabit durur. En kıymetlisi ise akarken suyun yönünü değiştirmeden içinde derinleşebilmektir.
UNUTMA...
Sabır, seni eksiltmez. Sana zaman verir. Kabuklarını dökme, acılarını görme, yaralarını onarma süresidir...
