Hayatımda verdiğim en kesin kararlardan biri şuydu: Bir daha asla özel ilişkimi işime taşımayacağım. Çünkü gördüm ki samimiyet, yanlış yerde ortaya çıktığında en sağlam işi bile kırılgan hale getiriyor! Hayatımı birleştirmek üzere olduğum kişiyle ortak bir iş kurduğum dönemde deneyimledim bu durumu. İlişkimizin doğallığıyla işin kuralları birbirine karışınca, profesyonellik diye bir şey kalmadı. Düşünüyorum da, bir noktadan sonra iş konuşurken bile birbirimizin kalbini incitmemek için kelimelerimizi tartar hale gelmiştik. Hem de defalarca. Bu da zamanla işimizin hakkını veremememize, odağımızın degişmesine yol açmaya başladı. O dönemde kendime bir söz verdim. "Tamam, bu konuda bir ders çıktı sana. Bir daha asla!"
Bunu sadece kendi hayatımda değil, çevremde de gözlemledim. İzmir'de bir arkadaşım vardı; gayrimenkul üzerine bir ofis açmaya karar verdi. "Sevdiğim herkes yanımda olsun, hep birlikte üretelim, bu en büyük hayalim" diyerek dostlarını, yakınlarını bir araya getirdi. İlk başta çok keyifliydi; kahkahalar, uzun kahve molaları, sanki iş değil de aile toplantısı gibiydi. Ama zamanla fazla samimiyetin ciddiyeti erittiğini gözlemledik. İş, iş olmaktan çıktı. Anlıycağınız o güzel hayali, en samimi ilişkiler bile taşıyamadı.
Sonra İngiltere'ye taşındım ve bambaşka bir düzen deneyimledim. Ingiliz-Pakistan ortaklı bir Dairy şirketinde satış müdürü pozisyonuna getirildim. Burda iş hayatında saygı gerçekten kültürün omurgası gibi. Hem yazılı kurallarda hem de gündelik işleyişte kendini etkili gösteriyor.
DESTEKLEYİCİ YORUMLAR
Toplantılarda kimse sözünüzü kesmez mesela; herkesin fikrini söylemesi için bir alan açılır. "Sus" değil, "istersen katkı ver" anlayışı hâkimdir.
İş yerinde samimiyet olabilir ama profesyonel mesafe her zaman korunur. Yöneticiniz dostane yaklaşır, fakat laubaliliğe asla izin vermez. Bu mesafe güvenli bir alan yaratıyor sizde. Çalışma saatleri kişisel hayata taşmaz. Mesai bittiğinde mail atmak hoş karşılanmaz, izinli olan asla rahatsız edilmez.
Bu da en sevdiğim bölüm oldu hep. Çeşitliliğe çok önem verilir. Farklı kültürler, inançlar ve yaşam tarzları doğal karşılanır. Eleştiriler kırıcı değil, yapıcıdır. Önce olumlu bir şey söylenir, ardından geliştirilmesi gereken nokta, sonra yine destekleyici bir yorum gelir. Hiyerarşi vardır ama korku taşımaz. Patronla konuşurken saygı korunur, ancak çoğu yöneticiye ismiyle hitap etmeniz beklenir. Kısacası Londra'da saygı, sınır koymak değil, alan açmak anlamına geliyor. Bu da hem özgür hissetmeyi hem güvende olmayı sağlıyor.
Aslında belki de bu konunun kökü çok daha gerilere, çocukluğumuza dayanıyor. Samimiyet ve saygıyı ilk kez ailede öğreniyoruz çünkü. Benim çocukluğumda sofrada söz kesilmezdi ama kahkahalar da eksik olmazdı. Annemin "büyüklerin yanında yüksek sesle konuşulmaz, küçükler susar" uyarılarıyla büyüdük biz. Yani saygı çerçeveyi çizer, samimiyet ise o çerçevenin içini doldururdu. O dengeyi ailesinde gören insan, büyüyünce ilişkilerine de uyguluyor.
Bugün dönüp baktığımda şunu görüyorum: Samimiyet ve saygı aslında birbirinin zıttı değil. Doğru yerde yaşandığında birbirini tamamlayan iki kanat gibi. Samimiyet mesafeyi azaltıyor, "yakın olalım" diyor. Saygı ise sınır koyuyor, "ama güvenli kalalım" diyor. Samimiyet çoğu zaman hızlı oluyor, birkaç sohbet, bir kahkaha yakın hissettiriyor. Ama saygı özellikle kriz anlarında belli oluyor. Samimiyet başlangıç, saygı ise sürdürülebilirlik çağrıştırıyor.
Bazen kahkahayla taşan samimiyet oluyor; bazen sessizce dinleyen, sınırı aşmayan saygı. Ve ikisi yan yana olmadığında, en güçlü bağ bile eksik kalıyor.
Tarih bize bu dengenin örneklerini defalarca göstermiş. XIV. Louis sarayını herkese açarak "samimi" bir hava yaratmaya çalışmış ama sonuç dalkavukluk olmuş; otoritesi gölgelenmiş.
SINIRLI SAYGI ALANI
Atatürk ise dostlarıyla sofrada çok samimi olur; şiirler okur, sohbetler edermiş. Ama aynı dostlarla toplantıya girdiğinde tek bir çizgi varmış: O da saygı.
O yüzden onun liderliğinde hem gönül bağı hem de sınırlı bir alan aynı anda var olmuş.
Bugünse aynı dengeyi koruyamıyoruz. Hele ki sosyal medyada iş iyice değişti; çünkü orada her şey çok hızlı, çok daha kolay. Bir yorum ya da emojiyle saniyeler içinde karşımızdakine ulaşabiliyoruz, ama düşünmeden yazıyoruz. Yüz yüze olsa durup düşüneceğimiz sözleri, ekranda bir tuşla pat diye söylüyoruz. Karşımızdakinin gözünü, yüz ifadesini göremeyince de sanki daha özgürmüşüz gibi geliyor. Ünlülere, politikacılara ya da hiç tanımadığımız insanlara kolayca yazabiliyoruz, bu da sahte bir yakınlık yaratıyor. Bir de beğeniler, takipçi sayıları derken herkes kendini göstermek için özelini ortaya saçıyor. Oysa saygının koruduğu sınırlar bir anda silinip gidiyor. Üstüne bir de anonimlik eklenince, yani ismini gizleyebilme rahatlığı, iş iyice kolaylaşıyor. Kısacası sosyal medya bize sınırsız bir samimiyet yanılsaması veriyor ama karşılığında saygıyı sessizce elimizden alıyor. Aslında bu tablo sadece günlük hayatta değil, psikolojide de var. Çünkü insan zihni sınırları seviyor. Sınır demek, güven demek. Samimiyetle birleştiğinde çok güçlü bir bağ oluşuyor. Ama ölçü kaçtığında kaygı ve rahatsızlık. Benim hayat formülüm çok basit: Samimiyet özenle birleşirse güven ve saygı doğar. Ama samimiyet sınır ihlaliyle birleşirse, geriye sadece saygı kaybı kalır. Belki de hayat, bu iki kelimenin ipliklerini birbirine dolamaktan ibaret: samimiyet ve saygı. Kalbimizi açarken karşımızdakini korumak, yakın olurken sınırları gözetmek... Ben kendi dersimi çıkardım.
