Çok benimsediğimiz ve sahiplendiğimiz küreselleşme işte böyle bir şey... Bazen işinize yarar ama bazen pestilinizi çıkarır. 1980'den sonra Doğu bloğunun çökmesi ile hız kazanan küreselleşme olgusu son birkaç yıldır gelişmekte olan ülkelerin başlarını ciddi şekilde ağrıtıyor.
80'lerin sonlarında tamamen yerleşen küreselleşme 1990-2000 aralığında gelişmekte olan ülke krizleri ile geçmişti. 1994 Türkiye, 1995 Meksika, 1997 Uzakdoğu Asya Kaplanları, 1998 Rusya ve 2000 yeniden Türkiye krizi... Olacak o kadar... Anca adapte olabildi gelişmekte olan ülkeler. 2000 ile 2008 yıllarında da küreselleşmenin nimetlerinden yararlandılar, sıcak para sayesinde önemli yol aldılar. Şimdi rüzgar terse döndü, ciddi şekilde tehdit oluşturuyor.
Karışık olmayan basit bir işleyiş mekanizması var küreselleşmenin... Reel kesimde ucuz işgücü sunarsanız, mali kesimde de yüksek getiri verirseniz yabancı sermaye gelir. İstediği koşullar kaybolursa da gider. Oyunun kuralları yani... İçeride de durum farklı olmaz. Yerli sermaye de benzer şekilde oynar oyunu.
RİSK PRİMİ TALEBİ
Kurların aşırı yükselişi sonrası geldiğimiz nokta aslında oyunun kurallarını hatırlatıyor bizlere... Yabancı sermaye risk algısını değiştirdi. Ekonomik ve siyasi gelişmelere bağlı olarak Türkiye piyasalarında risklerin ve buna bağlı olarak belirsizliğin yükseldiğini düşünüyor. Haklı ya da haksız... Önemli değil. Bu yüzden artan riskleri üstlenmeye devam etmek içinde "risk primi" talep ediyor. Nasıl sigorta şirketi kaza yapma riski yüksek araçtan kasko için yüksek sigorta primi istiyorsa, piyasa aktörleri de benzer şekilde üstlendikleri yüksek primin karşılığını almak ister. Tahvil ve bono gibi borçlanma araçları için geçerli olan faiz aslında bir risk primidir. 2 yıllık gösterge tahvil faiz oranları yüzde 11'lerde. 22 Mayıs öncesinde yüzde 4.7'lere kadar gevşemişti. FED Başkanı Bernanke'nin üçüncü parasal genişlemeden çıkış sinyali verdiği konuşması sonrasında yükselişe geçti. İç siyasi gelişmelerle biraz daha ivmelendi ve iki hanelerde kaldı. Tahvillerin sigortası anlamına gelen CDS'lerin (Credit Default Swap) baz puanları da belirgin bir şekilde yukarı gitti. 120'lerden 250'lere yaklaştı. Bu parametreler piyasa aktörlerinin mali piyasalarla ilgili algılarını ve inşa ettikleri beklentilerini yansıtıyor.
Beklentileri karşılamayan getiriler olduğunda da çıkış yapıyor. Hisse senedini ve tahvilini satıyor, TL'ye dönüyor, TL ile dolar ya da euro alıp ülkesine gidiyor. Bu durumda borsa değer yitiriyor, faizler ve kurlar yükseliyor. Kur oynaklığının artması ile devreye bir de uyanık spekülatörler gidiyor. Zincirin son bir halkası kaldı... Yerli yatırımcıların TL'den dolara geçmesi. Yani para ikamesi ile dolarizasyon sürecini başlatmaları.
ŞOK TERAPİ
Merkez Bankası bu süreci sadece izledi, nasıl olsa geçici bir süreç, kısa süre içinde düzelir beklentisiyle. Kuru baskılamak için yaptığı tek şey döviz satışı oldu. TL faizlerini yükseltmemek için direndi bir yerde. Çünkü, Adam Smith'in piyasaları dengeye getiren meşhur görünmez el önermesi gibi faizlerin yükselmesini isteyen görünmez güçlerin varlığı akılları çeldi
Merkez Bankası en güçlü silahını kullanmada geciktikçe belirsizlikler daha da arttı. Bağımsızlığı tartışılmaya başlandı, özellikle de Başkan Başçı'nın "Enflasyon Raporu" sunumunda da vurguladığı gibi yabancıların. İşte gelinen bu noktada Merkez Bankası'nın tüm bu algıları bozacak dozajda faiz artırımı yapması gerekiyordu. Diğer bir değişle şok etkisi yapacak oranda yukarı çekmeliydi faizleri. Nitekim öyle yaptı. Politika faizini yüzde 4.50'den 10'a, borç vermeyi yüzde 7.75'ten yüzde 12'ye yükseltti. Ateş düştü mü? Ne yazık ki henüz düşmedi. Düşer mi? Belli değil. Artık oy yaydan çıktı. Merkez Bankası'nın da hata yapma marjı kalmadı...
