Hepimizin bildiği gibi, tüm, insanlar doğuştan bazı haklara sahiptir: Yaşama, özgürlük ve mülkiyet edinebilmek vs.
Bunları da bir ülkede yaşarken din ve vicdan özgürlüğü, ifade, örgütlenme veya seyahat edebilmek şeklinde görebileceğimiz hukuki, siyasi ve ekonomik haklar bağlamında kullanırız.
Dolayısı ile günlük yaşamda, bu haklar, içinde bulunulan devletin hükümet erki bunları lütfettiği ya da izin verdiği için değil, çağdaş yaşamın doğası gereği bir ' normallik' içinde kullanılır. Evet, konu insan haklarıdır, yani sadece insan olmak, temel hak ve özgürlüklere sahip olmak için yeterlidir. İnsanlar, insan hakları denen ve sadece insan olmak dışında bir şart gerektirmeyen bu hakları özgürce kullanırlar. Irk, din, etnik köken, cinsiyet veya dil ayrımı gözetilmeksizin, bu haklardan eşit bir şekilde yararlanırlar.
HER ŞEYİN MERKEZİNDE
Bu tür düşünceler yeni değil. Yunan felsefecilerinden Sofistler bunları 3000 yıl kadar önce dile getirmişlerdi. M.Ö. 5 yy.da ölen Protagoras, bilinen ve bilinmeyen 'her şeyin ölçüsü ya da referansının insan ' olduğunu vurgulamıştı.
Bir dönem siyasi haklardan toprak reformlarına kadar antik çağda, Atina demokrasisi ve refahının en büyük yaratıcısı olan Perikles için de danışmanlık yapan ve onun ricası ile bir anayasa kaleme alan Protagoras, Heraklitos'un 'her şey değişir' felsefesine bağlı olarak, her şey değişiyorsa, hiç bir şey kesin değildir düşüncesinden hareketle, belirli bir bilginin herkes için aynı derecede bir anlam taşımasının mümkün olmadığı sonucuna varır.
Protagoras'ın 'değişen dünyası' içinde öz, insan ve düşüncesidir, dolayısı ile insan her şeyin merkezindedir. Bir kez merkeze 'insan' konulduğunda, onun 'haklarının' şekillenmesi her ne kadar binlerce yılı gerektirmişse de, sonuçta kültürel, dinsel, yasal ve felsefi maturasyon bu düzlemde gelişmesini sürdürmüştür.
Örneğin, bugünkü Hindistan'da 2300 yıl önce hüküm süren Asoka, ülkesini tüm dinler için özgür bir alan olarak belirlediğinde, aynı zamanda, bugün ülkemizin de gündeminde olan sokak köpekleri için barınaklar ve hastaneler kurulmasını zorunlu tutan 'adil ve erdemli' bir yönetici idi. Yurdunun tüm yerleşim merkezlerinde kayalıklara diktiği Asoka sütunları,33 kitabe halinde bugün bile insan haklarına yönelik insanlığın ilk yazıtları olarak korunmaktadır.
Tıpkı, Hazreti Muhammed'in eski ismi Yesrip olan bugünkü Medine'de, 622 yılında, Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlar ile yerel başka din mensuplarının 'dini inanç ve ibadet özgürlüğünü' garanti altına alan 'Medine Sözleşmesi' belgesi gibi...
BİZE DÜŞEN SORUMLULUK
1215 yılında, her ne kadar tarafların sözleşmeye sadık kalmaması yüzünden daha sonra iptal edilmiş olsa da, İngiltere Kralı John ile yerel feodal beyler arasında, Papa III. Innocentius'un da onayladığı Magna Carta Libertatum, yine tarihsel düzlemde ele alınması zorunlu 'insan haklarına yönelik' önemli belgelerdendir.
Çağımız siyasi liderlerinin yasal dayanaktan yoksun keyfi karar ve kararnameleri yayınlamaları düşünüldüğünde, o çağda, bir kralın bazı yetkilerinden feragat etmesinin zorunlu kılındığı bu belgenin önemi kolaylıkla anlaşılacaktır.
Magna Carta'nın 39. maddesi, fermandaki en önemli ifadelerden biridir. Bu madde günümüz hukuk sisteminin temel taşlarından biri olarak kabul edilmektedir: 'Özgür bir yurttaş, yasal bir suçtan mahkeme tarafından yargılanmadıkça tutuklanamaz, mal ve mülküne el konulamaz, sürgüne gönderilemez". Yine İngiltere orijinli ve 1689 tarihli İngiliz Yurttaş Hakları Beyannamesi sonrası 1776'da Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin atıf yaptığı Yurttaş Hakları ve Virginia Haklar Beyannamesi ile 1789 yılındaki Fransız İhtilali sonrası yapılan düzenlemeler, insan hakları ile ilgili yasal düzeydeki düzenlemelerin satır başları olmuştur. Düşünsel olarak da modern çağlarda, Hegel, John Stuart Mill, Thomas Paine ve Lloyd Gamson katkı sağladı.
İnsanlık,20.yy.da, milliyetçilik ve ulusal kimlik akabinde de ulusal devletlerin oluşma süreçleri, kimlik politikalar ekseninde sivil hakların, dünya savaşları sonrasında da insan hakları hukukunun inşası dönemlerini yaşadı. Dolayısı ile yaşama hakkı, vicdan özgürlüğünden ekonomik ve sosyokültürel haklara, çevre ve gelişmeden bilgi toplumu haklarına giderek kolektif bir perspektifle evrilirken, ulusal sınırlardan evrensele soluksuz bir şekilde gelişmesine devam etmektedir. Bizlere düşen ise 1948 tarihinde Birleşmiş Milletlerin tüm devletleri tarafından kabul edilmiş, temel insan hak ve özgürlüklerini belirleyen "İnsan hakları Evrensel Bildirgesinde" tanımlanan haklarımızı sıkı sıkıya koruyup kollamaktır.