Arşiv merakım çocuk yaşlarımda İzmir'deki 2 buçuk katlı, cumbalı, tavan yüksekliği dört metre olan evimizde başladığında dergileri ve gazeteleri saklama sıkıntım yoktu. Bir dolu yerim vardı biriktirdiklerimi depolamak için. 1975'te İstanbul'a taşınırken dert etmedim. İzmir'deki ev nasıl olsa duruyordu ve arşivim bana ait odalarımda annem tarafından korunuyordu.
İlk travmayı 1985'te annemin ölümünden sonra İzmir'de kapalı duran o evle başa çıkamayıp 90'larda satmak zorunda kaldığımda yaşadım. İstanbul'da kiradaydık. Üç oda bir salondan oluşan 110 metre karelik evde zaten çalışma odam İstanbul'da biriktirdiklerimle tıka basa doluydu. Bir odaya daha el koydum. Rahmetli mücellit dayımın ciltlediği dergileri ve vazgeçemeyeceğim küpürleri de İstanbul'a taşıdım. İzmir'de kalanlar telef oldu, ben kahroldum...
***
Aysun sabırlıydı. Yaşadığımız evi arşivlerim doldurdukça ses çıkarmadı. 1999 Eylül'ünde Göksu'da bahçe içindeki dört katlı kooperatif evimiz bitince koliler dolusu arşiv nakliyecilerin şaşkın bakışları ve homurtuları arasında o evin iki katını işgal etti. Ama çoğunu kolilerden çıkarıp derleyecek vaktim yoktu ve bir türlü de olmadı...
***
Teknolojinin nimetlerinden ben de yararlanmaya başlayınca bir kaç yıl içinde bilgisayarıma 20 binden fazla küpür ve fotoğrafı tarayıp transfer ettim. Artık internette istediğim her bilgiye ve yazıya ulaşabildiğim için yıllardır yeni arşivlik malzeme biriktirmiyorum ama eskilerine de kıyamıyorum. Evden eve taşınırken telef olanlar, depolarda sakladığımda kaybolanlar, bu eve taşındıktan sonra başına binbir kaza gelenler (Vallahi Aysun'un günahı yok!) beni çok derinden yaraladıysa da iki ay önce karar verdim. Artık bu ağır yükten kurtulacak 14 yıldır kullanamadığımız bahçe katımızı depo olmaktan çıkarıp kendimize tahsis edecektik.
***
Aysun'u, kızımız İlkyaz'ı ve birlikte oturduğumuz Aysun'un annesini, anneannesini pek memnun eden kararım iki aydır coşku ile kutlanıyor ve ben yüreğim sızlayarak koli koli eski gazete, dergi, küpür ve perişan olmuş kaset ve plakları sitenin geri dönüşüm konteynırlarına transfer ediyorum. Tecnics, Pioneer ve Sony markalı müzik setlerim de sırada. Durum çok vahim ama, sonuç selamet olacak hiç kuşkum yok!
***
İyice sararmış 60'lı, 70'li, 80'li yılların gazete sayfaları arasında yine de atmaya kıyamadığım, rastgele seçip çok şık kutulara yerleştirdiğim yazılar, röportajlar var. Onları elime aldığımda o sararmış eski kağıt kokusu en güzel parfümden daha çarpıcı, en güzel inci tanesinden daha değerli geliyor bana. Kitap okumayı bıraktım, o eski köşe ve spor yazılarını, o röportajları okuyorum yutarcasına. Bu yüzden de günümüz gazetelerini okuyamaz oldum. Sadece sevdiğim üç beş yazarı internetten takip ediyorum... Yaptığım temizlik sırasında okuduğum gerçek ustaların naif yazılarıyla teselli buluyorum.
***
Bu yazıya başlamadan önce 8 Mayıs 1988'de İslam Çupi'nin, Altan Erbulak'ın ölümünden sonra Milliyet Aktüalite'de yayınlanmış bir yazısını okudum. Hasta Fenerliydi İslam abi. 1932 Tiran doğumlu bir gazeteciydi. Spor yazarıydı. 2001'de 69 yaşında kaybettiğimiz güne kadar bir çok konuda lezzetine doyulmayan yazılar yazmıştı. Hasta Galatasaraylı Altan abi'yi iyi tanırdım. Ortak güzel anılarımız da vardı. Erzurum'da 1929 da doğmuştu. Pek erken, 59 yaşında ayrıldı aramızdan.
***
1988 tarihli 'Bir Altan Vardı' başlıklı yazısına şöyle başlamış İslam Çupi: "59 yıllık yaşamına 199 yıllık bir ömür cümbüşü sokan Altan Erbulak, bizim yokuşun, hayattan ölüme yuvarladığı son ustadır. Yaşandıkça yokuşta yeri daha da doldurulmaz olan bir kuşağın parçalanıp toprağa düşen gerdanlıktaki inci tanelerinin sonuncusu idi, Altan Erbulak...
Yokuş dışı çok eski bir tanışıklığım vardı Altan'la... Her ikimizin de bir şeyler olduğumuz dönemden değil, bir şeyler olmadığımız dönemlere uzayan, nüfus kağıdı hayli eskimiş bir arkadaşlık..."
İslam Çupi'nin bu cümlelerle başlayan yazısı Altan Erbulak'la ilgili anılarıyla devam ediyor ve şöyle sonlanıyor:
"Hangi sabah beni afyonum patlamamış halde görse, hangi sabah yüzümü uyanmamış halde görse, duygusallığın olanca kadifesinde yanıma yumuşak iniş yapıp başlardı öğüde:
'Gözünü seveyim moruk... Şu içkiyi az kes, erken uyu, bohemle sevişmekten vazgeç. Babıali'ye bundan sonra daha kaç İslam gelir? Sen bize lazımsın. Bak ben sigarayı kestim. İçkiyi de (sanki içiyordu da) bıraktım. Gece saat yirmiden sonra üstümde pijama divanda bilgisayarcılık oynuyorum.'
Yalan... Altan karışık içiyordu. Aktörlük içiyordu, rejisörlük, yazarlık içiyordu. Şovmenlik, takdimcilik, reklamcılık içiyordu. Karikatüristlik, insan yaşamının en acımasız ögesi olan gazeteciliğin her türlü dalını içiyordu.
Bu karışık içmeyi, dinlenme zannediyordu Altan... Aslında dinlenmeye gitti galiba."
***
Arşivden başladık nerelere geldik. İkisi de rahmet istedi...
