Otelin ösellikle SPA'sı hem turistlerden hem de Milanolulardan büyük ilgi görüyor
Milano'nun en yeni süksesi Via Manzoni'deki Armani dükkanının üst katlarındaki 'Armani Hotel". Minimalist, sapsade ve de şık mı şık bir otel yaratılmış. Girişi, resepsiyonu çok sade. 7. kata çıkıyorsunuz burada odaları, çok düz ve şık restoranı görüyorsunuz. Odalar da sade bir dekorasyona sahip. Çok da rahat bir düzenleme yapılmış. En çok bahsedilecek bölümü ise SPA'sı. Sadece otel müşterisine değil de, dışarıdan gelenlere de hitap ediyor. Şimdiden iyi bir kitle oluşturmuş bile. Başka yerlerde kalan şehir yabancılarından Milanolulara kadar geniş bir kitleye açılıyor 'Hotel Armani... Otelden çıkanlar mutlak mağazaya uğruyor tabii ki. Konsept içinde bulunan Armani Casa'da bu sezon çok iyi bir ev koleksiyonu var. Epey hoşumuza giden ev eşyaları beğenmemize rağmen, karşılaştırdığımızda bizim de pek altta kalmadığımızı hatta bazı yönlerden daha da başarılı olduğumuz kesin. Ama aksesuarlar yıkılıyor. Her zamanki gibi o beyaz balıktan yemek üzere restorana geçiverdik. Uzakdoğu'nun tadını çok başarılı şekli ile hani bizim ağız tadımıza uyanı ile tatmak burada mümkün. Gece, bilhassa hafta sonları Armani disko tam gaz. Kapı her zamanki gibi kuyruk yine. İçerdeki ambiyans, müzik, renkler cidden çok iyi.
Bu arada bol bol da sinemaya, tiyatroya gittik. Bu sıralarda bizde oynamış tamamem sessiz ve renksiz, bence harika 'The Artist', rejisör Steve Mcqueen'in filmi ile bir de Lübnanlı kadın yapımcı'nın 'Bundan Sonra Ne?' anlamına gelen harika bir filmine de gittik. Sinema tıka basa dolu idi. Lübnan'da huzur içinde geçinen bir Müslüman, Hrıstiyan karması dünyanın faaliyetlerinden bihaber köydeki sulhu devam ettirmeye çalışan köyün kadınlarının çabalarını hicivlerle anlatan bir yapıt. Film bittiğinde herkes ayrı bir yorum yapmasına rağmen, herkesin fikri şunda birleşiyordu. Bazı olaylardan bihaber olmak bazen faydalı oluyor.
İzi'm ben yokken Milano'da başlayan müzikallerden birine gitmiş, bana da sürpriz yapmış ikinci kez seyretmek üzere "Prischilla' müzikaline bilet de almış. Benim bir Londra, bir Broadway NY'tan sonra 3. oldu. Aynı hazla çocuk gibi coşarak seyrettim. O kadar ki hızımı alamayıp başarıyla devam eden Whopie Goldberg'in "Sister Act"ine dalıverdik ertesi gece. Şov'dan önce içilen kahve, sonra çoğu izleyicilerin gittiği bistrolarda yenilen supe bambaşka oluyor. Huyum kurusun çok seviyorum bu detayları, hele gösteriler birinci sınıf olursa...
Milano'da pazarlarımız çok renkli geçer. Giuseppe mutlak bir göle, bir sayfiyeye, erken çıkarsak Fransa'ya götürür bizi. Bu pazar şehirde kalalım dedik. Veee Benim çok sevdiğim Brera'ya diye yola çıktık. Yoğun trafik bize buralara yakın cadde üzerinde Kale'ye yolladı. İtalya'nın en hatırı sayılır yapılarından birine...
Brera pazarları bir başka. Hani alışveriş yapmayı o gün düşünmüyorsanız, sadece bir kahve yanında bir kruvasan, yok güzel hakiki bir İtalyan yemeği yamek diye bir fikri aklınıza koydu iseniz mutlak Brera da Brera. Ama, alışverişe doymadım, bir de butikleri göreyim, yok gece yerlerde marka(!) çantaları satan zencilerle indirim için çabalar sarfedeceğim, insan seli eski sokakların arasında yürümek istiyorum derseniz hafta arası gelin Brera'ya. Bir de pazarı var ki o sebzeler, o meyveler, o ucuz giyim eşyaları hatta bazan eski eşyalar pek ilginç bir manzara teşkil ediyor.
Bu kez en iyi espresso yapan üç kafeden bu espresso tadının neden buralarda değişik, hakiki kahve tadında olduğunu sordum. Aldığım cevap çok ilginç geldi. Espresso makinesi ne kadar çok kullanılırsa ve akşamına ne kadar titizlikle silinirse o kadar lezzetli tat verirmiş. Bunun uzerine benim kahve arkadaşım Müge ile birer espresso daha sipariş verdik her seferinde.
