Tarikate vücud veren tasavvuf aslında yüksek ahlakla, gönül terbiyesiyle, ruh eğitimiyle uğraşır. Bunun dışındakiler nihayet bir şekilden ve kalıptan ibarettir. Ama Osmanlı'da toplumun başka kesimlerinde olduğu gibi, tarikatler dünyasında da bir yozlaşma ve özden uzaklaşma süreci yaşanmaktaydı. Elbette istisnalar, bu yolun gerçek temsilcisi isimsiz kahramanlar daima olmuştur.
Öyle görünüyor ki, geçen yüzyılın başında, bütün kurumlarımızda olduğu gibi tarikatler de büyük bir muhteva kaybına uğramıştı. Maddi ve şekli unsurlar devam ettiği halde, özden hayli uzaklaşılmıştı. Büyük şairimiz Yahya Kemal bu gerçeği "İthaf" adlı şiirinde şöyle ifade eder:
Aba var post var meydanda er yok / Horasan erlerinden bir haber yok / Uzun yollarda durdum hiç eser yok / Diyar-ı Rum'a gelmiş evliyadan.
Aynı şiirin ilk dörtlüğünde şair, yükseliş çağlarımızdaki manevi güçler eşliğinde kanatlanan atılımlarla dolu devirlerimize duyduğu özlemi dile getirir. Hasret duyulan o öz elbette kaybolmaz. Yeter ki içtenlikle onu isteyen insanlar olsun ve içlerinde o ateş kıvılcımlansın. O özü yakalama ve kıvılcımlanma imkanı doğmadı. Aksine bu kurumlar yok edilmek istendi.
POZİTİVİST-MATERYALİST ANLAYIŞ
Bilindiği gibi Cumhuriyetin kurulmasından sonra Atatürk bir dizi köklü devrimler yaptı. Amacı, o sırada hemen her bakımdan gerilemiş ve yoksullaşmış olan Türk toplumunu "muasır medeniyet" denen Batı medeniyeti içine dahil etmekti. Ülkenin kalkınmasını ve gelişmesini bu yönde görüyordu. Bu gidişe engel teşkil edeceği düşüncesiyle birçok kurumlar kapatıldı veya değiştirildi.
Tanzimattan bu tarafa, Batı ile çok sıkı ilişkiler içinde idik. Eğitim öğretim sistemimizi Batıya uyarlamaya çalışıyorduk. Avrupada o çağlarda pozitivist-materyalist ve seküler dünya görüşü çok yaygındı. Bizim okumuş zümrelerimiz de genellikle bu anlayışın etkisindeydi. Son Osmanlı devlet adamları, Batının askeri ve teknolojik üstünlüğü karşısında İmparatorluğu içine düştüğü zafiyetten kurtarmak için, devlet teşkilatının geleneksel-islami temellerini modern ve seküler olanlarla değiştirme sürecini başlatmışlardı. Aynı dünya görüşü içinde yetişmiş olan Atatürk, pozitivist ve laikleştirci istikamette reformlar yaptı. Amacı, kültürümüzün yörüngesini İslami dayanaklardan çağdaş Batı toplumunun kültür temellerine çevirmekti. Bu yöndeki reformlara karşı olabilecek kurumlara hayat hakkı tanımadı.
ŞEYH SAİT
1925'te doğudaki Şeyh Sait isyanı süreci hızlandırdı. Bu hareketin liderinin "şeyh" lakabı taşıması, tarikatlerin ve tekkelerin kapatılmasındaki gerekçelerden biri sayılır. Önce kılık kıyafetler üstünde duruldu. Nihayet Atatürk şöyle diyordu:
"Efendiler, ey millet! Türkiye şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat (yol) medeniyet tarikatidir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir. Tarikat reisleri bu dediğim hakikati idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacaklardır..."
Sonunda 30.11.1925 tarihli 677 sayılı kanunla bütün tekkeler kapatıldı. (Devam edecek)
