Bir zamanlar sinemada geleceği gösteren Tron efsanesi, "Ares" ile yeniden karşımızda. Işık yine parlıyor ama bu kez kalp biraz daha sönük. Bazı filmler vardır; sadece izlenmez, hissedilir. 1982 yapımı Tron, sinemanın bilgisayar çağına attığı ilk adımdı. Neon ışıkları, keskin hatları ve dijital atmosferiyle, teknolojiyle insan arasındaki o ince bağı keşfetmişti. Kevin Flynn'in dijital evrende kayboluşu, bir devrin simgesiydi. O film, sinemada görsel devrim yaratmakla kalmadı; insanın teknolojiye karşı verdiği varoluş mücadelesini de başlattı. Aradan neredeyse otuz yıl geçtiğinde, 2010 yapımı Tron: Legacy, bu efsaneyi modern efektlerle yeniden diriltti.
ASIL BAŞARI
Daft Punk'un ikonik müzikleri, güçlü görsel dili ve Flynn'in oğlunun hikâyesiyle dijital evrenin kapılarını yeni bir kuşağa açtı. Legacy, o dönemin sinema teknolojisini zirveye taşıdı. Fakat asıl başarısı, hem babasının kaybolduğu dünyayı hem de insanın içsel kayboluşunu hatırlatmasındaydı. Ve şimdi sıra Tron: Ares'te. Yeni film, bu dijital soy ağacının üçüncü halkası olarak karşımızda. Işık yine göz kamaştırıyor, efektler yine kusursuz ama bu kez duygular biraz eksik. İlk dakikalardan itibaren film görsel olarak büyüleyici. Neon geçitleri, dijital kuleler, ışığın geometrik dansı... Her sahne kusursuz bir tablo gibi. Ancak tüm bu ihtişamın ortasında bir sessizlik var. O eski Tron filmlerindeki "insan sesi" bu kez arka planda kalıyor.
MÜZİKLERİ TAT VERMEDİ
1982'de dijital dünya bir dekor değil, yaşayan bir organizmaydı. 2010'da ise bu organizma duygusal bir derinliğe kavuşmuştu. "Ares"te ise o derinlik yerini mekanik bir soğukluğa bırakıyor. Kahramanlar kararlı ama duygusuz, sistem parlak ama boşlukta. Yapay zeka tehlikesi, sistem kontrolü, özgür irade gibi kavramlar filmde hâlâ var ama yüzeysel işleniyor. "Ares", teknolojinin sınırlarını değil, kendi sınırlarını zorluyor sanki. İzleyici, gözünü perdeye kilitliyor ama kalbini hikâyeye bırakamıyor. Müzik tarafında da durum benzer. Legacy'de Daft Punk'un ritimleri sahneleri canlandıran bir kalp gibiydi. Ares'teki müzikler teknik olarak güçlü ama o duygusal nabzı tutturamıyor. Elektronik sesler gür ama sıcaklık eksik. Işık var, ama ısı yok. Yine de film, Tron evrenine görsel anlamda hakkını veriyor. Sahne tasarımları, renk kompozisyonları ve efektlerin bütünlüğü olağanüstü. Ancak sinema yalnızca teknoloji değildir; o teknolojinin içinde anlatılan hikayedir asıl mesele. Ares, tam da burada kendi dijital labirentinde kayboluyor. Tron: Ares, efsaneyi görkemli biçimde yaşatıyor ama içini tam dolduramıyor. Göz kamaştırıcı bir vitrin, evet, ama raflarda duygular eksik. Yine de büyük perdede o neon dünyaya dalmak, hala büyüleyici bir deneyim. Tron bir zamanlar bize "ışığın içindeki insanı" göstermişti. Legacy bu ışığa kalp atışı eklemişti. Ares ise sanki sadece prizdeki elektriği açmış gibi. Kısacası Tron geri döndü; ama bu defa ruhunu değil, sadece gölgesini getirmiş.
