Hayat, kimi zaman bizi nazikçe okşayan bir melodi, kimi zaman ise içimize işleyen sert bir rüzgar gibi eser. Yolculuğumuz boyunca, gönlümüzü ferahlatan baharlar kadar, ruhumuzu sarsan fırtınalar da eksik olmaz. Peki, bizi inciten, yıkan, kayıplara sürükleyen o musibetlerin içinde bir hayır saklı olabilir mi? İnsanoğlu, başına gelen her felaketi ilk anda bir kayıp, bir hüsran, bir cezalandırma olarak algılar. Oysa belki de o yıkım, yepyeni bir başlangıcın kıvılcımıdır. Kırılan dalların arasından yeni filizler sürgün verir, dökülen yapraklar toprağa karışıp yeni hayatları besler.
İşte bu yüzden, yaşanan her musibetin ardında, zahiren göremediğimiz bir lütuf, bir inayet saklı olabilir.
SABIR VE TEVEKKÜL...
Hz. Yusuf'un kıssasını düşünelim. Kardeşlerinin kıskançlığı yüzünden bir kuyuya atıldı, köle olarak satıldı, iftiraya uğradı, zindana düştü... Fakat o karanlık kuyular, aslında onu Mısır'ın vezirliğine götüren yolların taşlarını döşüyordu. Eğer Yusuf, o musibetleri yaşamamış olsaydı, belki de hayatı sıradan bir çoban olarak geçecekti. Biz de hayatımızda başımıza gelen musibetleri yaşarken yalnızca kuyunun dibinden baktığımız için gerçeği göremeyebiliriz. Oysa sabır ve tevekkülle beklediğimizde, zamanın dokuduğu ilahi planda her şeyin bir sebep ve neticeyle örüldüğünü idrak ederiz. Bazen kayıplar, hakikat yolunda bir kılavuz olur. Bazen engeller, varmamız gereken menzili bize daha iyi gösterir. En karanlık geceler, en parlak sabahları doğurur. Eğer dikenlerin arasına hapsolmuşsak, belki de yakında açacak en güzel çiçeğe sahip olacağız.
HAM İKEN PİŞMEK
İnsan ruhu, sınandıkça olgunlaşır. Ateşin içinden geçmeyen altın, hakiki kıymetini bulamaz. Belki kaybettiklerimiz, bizi daha büyük bir kayıptan koruyan bir rahmet perdesidir. Belki zorluklarımız, içimizde henüz fark edemediğimiz bir gücün keşfine vesile olacaktır. Belki biz bir kapının önünde yıllarca gözyaşı dökerken, aslında o kapının ardındaki şeyin bizim için bir felaket olacağını bilemiyoruz. Rabbimiz, rahmetiyle bizi başka yönlere çeviriyor, daha güzel, daha hayırlı kapılar açıyor. Ama insan sabırsızdır, dar görüşlüdür; anlık kayıplarına üzülür, uzun vadede kendisine sunulan nimetleri fark edemez.
Düşünün ki bir fidan, gün yüzü görmeden toprağın derinliklerine ekiliyor. Yağmurlarla ıslanıyor, soğuklarla titriyor, rüzgârlarla sarsılıyor. Ama kök salıyor, göğe uzanıyor, dallarına kuşlar konuyor. Eğer o fidan, karanlık toprağa gömülmekten korksaydı, hiçbir zaman bir ağaç olamazdı.
İşte insan da böyledir. Acılar, musibetler, haksızlıklar, kayıplar... Bunlar aslında bizi şekillendiren, ruhumuzu pişiren büyük ustalardır. Şayet başımıza gelen her sıkıntıyı bir isyan vesilesi olarak görürsek, o sıkıntılar bizi tüketir. Ama onları bir ders, bir basamak, bir dönüşüm fırsatı olarak görürsek, içimizde bambaşka bir bilgelik doğar.
Bazı yaralar kapanmaz, bazı acılar hafiflemez, bazı kayıplar telafi edilmez. Ama zamanla fark ederiz ki, o acılar bize çok şey öğretmiş, bizi başka bir insan yapmıştır. Gözyaşlarımızın suladığı toprakta bambaşka çiçekler açmıştır. Belki bugün isyan ettiğimiz, bizi en derinden sarsan bir kayıp, yarın hayatımızın en büyük hediyesi olacaktır. Belki bugün anlamlandıramadığımız bir felaket, ileride bizi çok daha büyük bir sıkıntıdan koruyacaktır.
Hayatın en büyük sırlarından biri budur: İlk bakışta şer gibi görünen şeyler, aslında en büyük hayır olabilir. Bu yüzden, başımıza ne gelirse gelsin, sabırla, tevekkülle ve umutla beklemek gerekir. Çünkü fırtınalar yalnızca yıkmak için değil, bazen de arınmamız için eser. Çünkü her gecenin ardında bir sabah saklıdır. Çünkü kaderin iplikleri, bizim gözle göremediğimiz bir hikmeti dokur. Ve belki de en önemlisi, en karanlık anlarımızda bile, içimizde bir yerlerde hâlâ bir ışık yanar: Umudun ve inancın ışığı. Çünkü musibetlerin içindeki hayır, bazen bir bilgelik, bazen bir güç, bazen de sadece içimizde keşfedilmeyi bekleyen yeni bir bizdir...
